31 Aralık 2008 Çarşamba

el-Fethu'r Rabbani'den

...Konuşmak istediğin zaman ne konuşmak istediğini bir düşün, söyleyeceğin sözde güzel bir hedef belirle sonra konuş. Bundan dolayı "bilgisiz kimsenin dili kalbinin önündedir, akıllı ve bilge kimseninki ise kalbinin arkasındadır"denilmiştir. Sen sus. Şayet Allah senin konuşmanı dilerse konuşturur. Senin bir işi yapmanı dilediğinde seni o iş için hazırlar. Onunla beraber olmak tamamen dilsiz olmak demektir. Dilsizliğin süresi dolunca Allah konuşmayı dilerse konuşma gerçekleşir ya da dilsizlik hali ahiretteki buluşma zamanına kadar sürer gider. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) "Allah'ı tanıyan kimsenin dili tutulur" sözünün tamamı işte budur. Beden dili ve kalp dili her ne konu olursa olsun Allah'tan şikayetçi olamaz. Hiç itiraz etmez, sadece rıza gösterir. Kalp gözlerini kör eder de, Ondan başkasına baktırmaz. Sırrı paramparçadır. Dağınık bir haldedir...

...Kitap ve sünnet kanatlarıyla Allah'a uç, elini Peygamberimizin eline vererek Allah'ın huzuruna gir. Onu vezirin ve öğreticin yap. Bırak da O seni süslesin, saçlarını tarasın ve Allah'a sunsun. O, ruhların evine egemen olandır, müridleri terbiye edendir, muradların ustasıdır, güzel kulların komutanıdır, halleri ve makamları onlar arasında dağıtandır. Çünkü Allah bu yetkiyi Ona vermiştir...

(altını çizdiklerim içinde özellikle bu ikisini buraya yazdım. çünkü sayfayı karıştırdıkça buradan da okuyayım, tekrar tekrar karşıma çıksın istedim. siz dahi müstefid olursunuz inşallah.)

7 Kasım 2008 Cuma

..

ilesam'a ilk defa gittiğimde (1992) yanımda esin vardı. içeriye girip oturmamızla, muhittin abiden de evvel masamıza yaşlıca bir adam aceleyle gelip bir avuç fındık bıraktı. sonra elini uzattı. tokalaştık. hilmi oflaz'a allah rahmet eylesin. nasıl fındıksa yıllarca ayağımızı bağladı mekana.

bir de bursa'da yediğim baklava var. onu da yeni hatırladım. allah hayırlı lokmalar geçirsin boğazdan. bazısının tesiri sağlam oluyor vesselam..
öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken

14 Ekim 2008 Salı

dido hikayesi

bir keresinde ülker, didolarda hatalı üretim yapmıştı. o bisküvi olması gereken kısmı da dışındaki çikolatadan doldurmuşlardı. ama bu hatalı seri tuhaf bir biçimde normal didolarla karışık olarak kolilenip satışa sunulmuştu. dışarıdan bakılınca hepsi dido, hepsinin fiyatı aynı ama bir kısmınnda fazladan çikolata var. biz lisedeydik. kantinde ben bu durumun farkına varınca ne yapsak da ayırt etsek şeklinde düşüncelere daldık. ben elle tartma yöntemi geliştirdim. kolideki bütün defolu didoları seçip aldık. amma çok çikolata yedik o akşam. halbuki çok da sevmem.
nurdan ne güzeldi yahu.. üzerinde kırmızı levis gömleği vardı o akşam, o gömleğini renginden çok kokusuyla hatırlıyorum (dolabından çıkarıp kokladığımı da hatırlıyorum okula gelmediği bir gün). kızı olmuş. ismini ayşe koymuş.
dün akşam dido yedik de oradan aklıma geldi. nanino dido dido nana dido şarkısı var bir de. kazım koyuncu'ya Allah rahmet etsin. dido lazca ihtiyar kadın demek, ya da ihtiyar adam, ikisinden biri, karıştırıyorum hep.
fatma nerede, iyi mi? ayşe nasıl oldu? arayıp sorsam daha yakışıklı bir davranış olur buraya yazmaktan. peki.

13 Ekim 2008 Pazartesi

bir meyveyi pişiriyorsan ya reçel yapıyorsundur ya komposto, yahut ayva tatlısı. ben meyveleri çiğ yemeyi tercih ederim.
ayva tatlısı hariç. üzerinde kaymak nımmm..

8 Ekim 2008 Çarşamba

kapris

http://rapidshare.de/files/40635804/01_Ahmet_Meter_-_Kapris_1_-__erif_Muhiddin_Targan.mp3.html

Şerif Muhiddin Targan'ın Kapris'ini Ahmet Meter çalmış. ben çok severim.
kendim upload ettim (ben de başkasından indirdim tabi albümü, kanunsuzluğu konusunda içiniz rahat olsun!). afiyet olsun. emeğe saygı.

26 Eylül 2008 Cuma

Kadir gecesi

Bugün, uzun zamandır bir şeyler yazamadığımı düşünüp zihnime baltalar indirirken Kadir, kadrini gösterip bana bir bohça bıraktı. Yavaşça düğümünü çözdüm bohçanın içinden eskinin baharatlı kokusuyla sarmaş dolaş olmuş muhteşem bir dua çıktı. Fuzuli üstadın, yani yazmanın sihri eline bulaşmış olan o efendinin duası: "Ey, Arap Acem ve Türk milletlerine feyiz veren Tanrım! Sen, Arap kavmini dünyanın en fasih konuşan milleti yaptın! Acem fasihlerinin ise sözlerini, İsa nefesi gibi, cana can katan bir güzelliğe ulaştırdın! Ben Türküm ve Türkçe söylemek istiyorum!. Tanrım benden iltifatını esirgeme!" Amin

25 Eylül 2008 Perşembe

vermek istemeseydi, istemek vermezdi*

dün teyzemin kızı Betül, kızı ve eşi Fatih sürpriz bir ziyarette bulundular evimize, şeref verdiler. zil çaldı, kapıyı açtım, Fatih gülümseyerek elindeki paketi uzattı: "fatih sarması istemişsin ayşe, buyur".

üstelik ben fatih sarması denen şeyden yıllardır yememiştim, öyle çok da sevmezdim eskiden. iki hafta önce birdenbire canım isteyene kadar dünyada böyle bir tatlı olduğunu bile unutmuştum.

artık konuşmakta hiç olmadığı kadar çok güçlük çekiyorum. malesef bu hayatımı değiştiren hadiseyi bütün letafetiyle anlatmaktan acizim. ama not edilmesini istedim. unutmaktan korktuğum için.
bir de fatih sarması, Fatih gitmiş almış o kadar işinin arasında Fatih'ten. bir fatih'ler deryası içinde izhar edilen ism-i latif'in cilveleri:)


*Said Nursi

23 Eylül 2008 Salı

dengesiz

Zekanın, bir kavramın ilk akla gelen haliyle değil de çağırışımlarını düşünmekle zenginleştiğine inandığım için yıllarca "normal bir dili" red ettim. Sonunda tüm kelimeler, mefumlar, olaylar ilk ve belkide asıl manalarını kaybetti. Bu başta zararsız gibi görünürken, hayatın içinde rollere sahip olan beni ( anne, eş, evlat, kardeş...) gittikçe ahmak bir hale soktu. Bir şeyi kendisi olarak algılamaktaki beceriksizliğim yüzünden yaşamın içinde fazlaca romantik kaldım. Belki on sekizindeyken cazip görünen bu hal, otuzumda sırıtmaya, beni yaşadığım eve gömmeğe başladı. Hayatta denge istemenin nasıl da büyük bir anlama gedliğini kavramaya başladım. Denge istiyorum. Zira bunun için dua istiyorum.

22 Eylül 2008 Pazartesi

çekim merkezi

bir büyüğünün sözünü dinleyip yıllarca her namazından sonra "Allah'ım beni Fatih Sultan Mehmed Hazretleri'ne komşu et" diyerek dua eden annaneciğimden ders alıyorum. annanem ömrünün en az kırk senesini o dünya güzeli Fatih Camii ile arasından incecik bir sokaktan başka bir şey geçmeyen evinde geçirdi. cenazesi de Fatih Sultan'ının huzurundan kaldırıldı. inanıyorum ki cennette de komşudurlar.
annanem Zehra Hanım'ın tertemiz duası sayesinde çocukluğumun çok günleri bisikletle Fatih Camii'nin avlusunda dolaşmak, taşlarını binlerce adımlamak bana da nasib oldu. bir de Sultanahmet'in avlusunu çok severim. ama Fatih Camii avlusu benim doğup büyüdüğüm evim gibi gelir, yuva hissi verir bana hep. özlerken de öyle özleniyor.
şimdi (30 sene sonra) buradan ancak bir ders çıkarabildim.
amin de istiyorum..

16 Eylül 2008 Salı

can çekmesi

şu üç gündür canımın fatih sarması çektiği kadar, hamileyken ekşi erik çekmemişti canım. bir de kısmet pidecisinden peynirli pide istiyorum. ama şartlarım var: her ikisi de yerinde yenecek.
sevgili ramazan.. sanki sen bir tek istanbul'a gelmişsin de ben de burada hayalinle meşgulmüşüm hissine kapılıyorum her sene. uzaktan bile güzelsin, o da başka yüzü..

15 Eylül 2008 Pazartesi

çok yalnız kalmak istiyorum.

11 Eylül 2008 Perşembe

Bir “Fatiha” isteyen yazı

Ağır çekimde bir yaz günü. Babamı birkaç saniyeliğine görebileceğim. Hastahanenin merdivenlerini çıkıyorum. Bir basamak, iki basamak, üç basamak, dört basamak, beş basamak, altı basamak....Yoğun Bakım’ın kapısından içeriye girdiğimde belli belirsiz sesler cimcikliyor beni. Ne kadar da temiz bir ünite. Hayatın lekelerinin, ekşi kokularının, tozlarının içeriye sokulmasına müsaade yok. Halbuki babam geçen hafta evi badana ettirmişti. Pantolonunda boya lekeleri, avuçlarında tiner kokusu vardı. Yoğun Bakıma girerken ondan yaşama dair bu izleri temizlemiş olmalılar. Ağzındaki çay tadı bir sürü ilaçla sökülmüş olmalı. Çay tiryakisi bir adamı iki gündür tuhaf gazlarla iğnelerle besliyorlar. Hala yürüyüyorum. Birazdan camekanın ardından göreceğim onu. Soluk alıp verişi zelzeleyi anımsatacak. Bedeni, içeriye bir nefes çekebilmek için baştan aşağıya eğilip bükülecek. Beş yaşımdayken güvercinlere yem attığımız güzel bir yaz günü yanımda bitecek o an. Bir sürü kanat sesi kulağımda kımıldanacak. Babamın soluk alıp verişindeki hırıltıya karışacak onca güvercin.
Cenaze günü eve doluşan akrabaların, misafirlerin, “Başınız sağ olsun” cümlelerinin, Fatihaların arasında kalacağım. Gelenlere dağıtılan kuru pastalara bakıp: “Babama ayırdınız mı?” diye soracağım. Herkes duymamazlıktan gelecek. Ağlayacağım. Üç aydır hayatın bana kaşık kaşık yutturduğu saçma sapan bahaneler yüzünden babamı ziyarete gelmediğim için, takkesini sağa sola çekiştirmesini bir daha göremeyeceğim için, gülerken yüzündeki kırışıklıkları savurup bir oğlan çocuğuna benzeyen tek kişi olduğu için...
Şimdi onun selasını dinleyeceğim pencereden. On üç yaşında gurbete çıkmış, sokaklarda yaşamış, dondurmacılık, inşaat işçiliği, bahçıvanlık, fabrika işciliği, seyyar satıcılık gibi bir yığın işe girmiş, Türkiye’nin pekçok şehrine kamyonların arkasında gitmiş, bekar otellerinde kalmış, evlenince düzenli bir hayatla kendini düğümlemiş, gerçekten ziyade hikayeye benzeyen bu mavi gözlü adam için minarede sela verilecek. Evinin içindeki, kapısının önündeki onca insan sela başlayınca ocağın altını kısar gibi konuşmalarını, ağlamalarını fısıltıya çevirecek. Sanki selayı camii hocası değil de babam okuyacak. O hırıltılı sesiyle dünyaya son kez seslenecek. Helalleşecek. İçimizdeki bir jilet aşağı yukarı hızla hareket edecek o an. Bedenlerimizin içine dalan bir terorist gördüğü her yapının altına bomba koyacak, karşılaştığı her canlıyı boğazlayacak... Ve ben artık babasız bir kız olacağım.
Tabutu evin önüne geldi. Altı yıl kadar önce babam bir karga yavrusunu donmasın diye karton kutu içinde böyle eve getirmişti. Tabuta benzeyen bir kutuydu. Buz gibi bir kıştı. Ayakkabıları su çekmişti babamın. Yün çoraplarının uçları ıslaktı. Şimdi güneş parıldıyor. Edilen duaya amin derken başımı önüme eğiyorum. Evlendiğim gün çekilen aile fotoğrafındaki babamın verdiği poza benziyorum bu halimle. Tüm aile gülümseyerek objektife bakarken ağlayarak boynunu büktüğü için yüzü gözükmemişti babamın. Gerçek acının fiyakalı hiçbir yanının olmadığını anlıyorum aniden. Sadece “Rabbim” diyebiliyorum. “Rabbim canım Rabbim...” Uzayan sakallarını makasla düzeltirken babamın gülümseyerek söylediği: “Diğer tarafta traş derdi olmayacak” cümlesini üzerime alıp sıkı sıkı sarılıyorum. “Diğer tarafta inşallah bir derdi olmasın babamın, Rabbim, canım Rabbim. Amin”

Çok hafif bir yağmur atıştırıyor. Erkekler mezarlığa doğru hareket ediyor. Mıknatısın demir tozlarını sürüklemesi gibi bir sürü adam otomobillerine binip cenaze arabasının peşine düşüyorlar. Geride kalan kadınların gözyaşları onların ardından dökülen bir tas suya benziyor. Anneme bakıyorum o an. Kırışıklıklarının ardına saklanan acıyı görmeye çalışıyorum.

Bir hafta sonra kazaklarını, pantolonlarını, gömleklerini, ayakkabılarını ihtiyaç sahiplerine vermek için çıkarıyoruz dolaptan. Çok fazla değiller. Yeşil hırkasını ben alıyorum . Tüm kış giydiği, camiye onunla gittiği, bazen kanepede onunla uyuya kaldığı yeşil örme bir hırka. İyice yıpranmış iş gömleğini kimseye veremeyeceğimiz için atmaya karar veriyoruz. O bu gömlekle sokakları süpürür, tamirat yapar, evin çatısını düzenlerdi. Bir kaç saat sonra çöpe giden gömleğe bir çingenenin eli dokunuyor. Delik deşik bir gömlek. Üzerinde çalışmanın kalın kokusu var. Çingene sağa sola iyice çekiştirdikten sonra işine yaramayacağına karar veriyor ve kenara atıyor gömleği. Gömleğin kolu konteynırdan dışarıya sarkıyor. Kareli mavi bir gömlek kolunu rüzgar sağa sola itiyor. Ablam koşarak konteynırdan kurtarıyor gömleği, ben de akşam gidip o konteynırı tekmeliyorum. Attığım her tekme aynı zamanda geçmişimin yüzüne çarpıyor. Geçmişteki hatalardan, terbiyesizliklerden, kendini bir şey zannetmelerden oluşan yüz kan içinde kalıyor. Morarmış gözler, patlamış dudak, kanayan buruna bakıp, “Neden bu kadar bencildin? Neden hep babanın seni anlamasını, dinlemesini, onaylamasını bekledin, neden bir kere de sen denemedin?” diye bağırıyorum ona.

Mezarlığın başında Kuran okuyoruz. Burası yeni bir mezarlık. Yeşil ve sakin. Babamın sağken yaşamak istediği yer onun göçmesinden sonra tam burada yaratılmış gibi. Rüzgar esiyor. Toprağının üzerine düşen tozları temizliyorum. Babamın keyifli bir hayatı olduğunu söyleyemem. Zor bir yaşamı oldu. Aradığı ama bulamadığı bir şey onu kendi içine sürükledi durdu hep. Ailemizin içli dışlı, gürültülü, kahkahalı, kalın ilişkilerine katılamayışım, yabaniliğim sanırım bana babamdan şırınganlandı. Hep bir şeyin eksik olduğu hissini ondan devraldım. Allah’ım ona aradığını, senin onda görmek istediğini şimdi ver. Rabbim babamı bağışla. Amin.

Eşim iki üç gün önce babamı beyazlar içinde beş yaşlarında bir çocukla el ele yürürken görmüş. Babam hakkında görülen en sevdiğim rüya bu. Ben onu, üç aydır, ağabeyim ise sekiz aydır göremiyorduk. Müthiş bir vicdan azabı öldürücü nefesini yüzümüze üflüyordu. Sanırım o beş yaşlarındaki çocuk Davut. Beş yaşında ölen kardeşimiz. Evlat hasretiyle giden bir babayı Allah ne güzel teselli ediyor. Rabbim onu affet. Sen onu doldurduğu günah sevap defterlerine göre değil, merhametinle karşıla. Amin.

Not: Babam Rüstem Sevim için bir Fatiha gönderenlerden Allah razı olsun.

6 Eylül 2008 Cumartesi

pratik bilgi

beyni pişirmeden önce yapmanız gerekenler:
önce soğuk suda bekletip, sonra ince zarını soyun. eğer zar kolay ve düzgün bir şekilde çıkmıyorsa bu, beynin bayat olduğunu gösterir*

*takvim arkasından alıntı.

2 Eylül 2008 Salı

?

şu anda hayatımın en büyük sorusu, bu ayşe'nin bu sayfaya bu müzikleri nasıl eklediği? bi çözebilseydim, sayfayı müzik manyağı yapacaktım. ama belki de bu yüzden, bilemedim, bulamadım.
ümitle ayşe'nin bana öğretmesini bekliyorum.
çok öpüyorum.

2 ramazan 2008

mercan dede mercan dede diye yıllardır duyuyorum. tipini tuhaf bulduğum için de dinlemeye yeltenmemiştim şimdiye kadar. bu sabah "nefes" albümünü indirdim. hiç de fena değil.
iftar için maklube yapmaya niyetlendim. nihayet havalar serinledi. dağ gibi ütülük çamaşır birikti. yetişirse ütü de yaparım bugün diye düşünüyorum.
derviş ve ölüm elime yapışan kitaplar arasında yerini aldı. son 100 sayfada takıldım. okuyamıyorum. halbuki güzel de kitap. neyse başka kitaba geçicem artık, pes ediyorum. sonunu da ayşe bana anlatır.
aslında hep susmak istiyor canım. ama yazayım gene de. çünkü uzun süre sustuktan sonra konuşmak icab ettiği zamanlarda normalde olduğundan daha kötü saçmalayabiliyorum. o yüzden de işte bu havalardan sulardan bahsettim.
bir de uzun hava ikram ediyorum buyrunuz:

beni kör kuyularda merdivensiz bırakmadın
denizler ortasında bak yelkensiz bırakmadın
ah.. öylesine kurdun ki bütün inançlarımı
beni sensiz bırakmadın, beni bensiz bırakmadın

1 Eylül 2008 Pazartesi

efendi efendi bekliyoruz..

27 Ağustos 2008 Çarşamba

18 Ağustos 2008 Pazartesi

başım eğik dilim kapalı gözler

...........
Korku gerek reca gerek
Yanlış anlaşılmış olabilir
Sesini duyuyorum kendimin/kelimeler kendinden emin değil

Yanlış anlaşılmış da olabilir
Aklım başımda mı! Değil

Ve sesimi duyuyorum
Kaburgalarımın gelip artık kavuşamadıkları iniltiden
-Kulun korktuk şerrinden
Ağzımız yerlerde kaldı gerçek dilimizden akmadı
Kuldan korkarken gel zaman git zaman
Bir hayat ki haşa korkmadan yaradandan
Ama elbet ruhumun vazgeçilmez akışı baş çarptığım kayalıklar

Irmaklarımın altından akan ırmak
Sandal sefalarım Marmara toprakları
Ama söyle olmuşsa yüzüme karşı söyle neyi inkar ettim

Dilediğim en güzel hayat
Çöplerin içinde rüya aradım
Düştümse eğer sana bakarken düştüm

Sen dinç zaman
İşte kuluçkan
Bereketle taşan yağ küpleri gibi
Parmaklardan akan çeşmeler gibi

İşte sinem kalabalık ve kendine zinde
Kullardan pervasız nesillerden biri

Aha Şeyhefendim Aha yüreğim
Göz kapanır akıl susar susar akıl
İstersen haydi haydi haydi
Yeryüzünün bütün gümbürtülerini çağır

Çehrenden o azgın maskeyi dök
O evleri kedere boğ
Nasıl olsa her kucaklandığın dalgada
Bir gemi kadavrası gibi ikiyüz yıl parçalandın

Mahşerinde uyanacaksın
Ağzının

Korkuyorum o nedenle
Başım eğik
Dilim kapalı

A. Cahit. Zarifoğlu
uyku uykunun mayasıdır. uykusuzluk da uykusuzluğun mayasıdır. migren ise uykusuzluğun cabasıdır.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

tabirim: aciz

bu gece rüyamda doktor who'yu gördüm. buyur buradan yak. neyse ki kota doldu da yeni bölüm indiremiyorum :)

15 Ağustos 2008 Cuma

kandil tesellisi

Efendimiz aleyhissalat-ü vesselam buyurmuşlar ki:
«Şaban ayının onbeşinci gecesi olduğu zaman, o geceyi ibadetle geçirin, gündüzünü de oruç tutunuz. Çünkü, Allah Teâlâ, o gece güneş doğuncaya kadar, dünyaya rahmetle tecelli ederek şöyle buyurur:

- Yok mudur bağışlanmak isteyen, bağışlayayım?

- Yok mudur rızık isteyen,rızıklandırayım?

- Yok mudur dert ve musibete yakalanan, şifa vereyim?

- Daha ne gibi dilekleri olan varsa istesinler vereyim.»

"Andolsun kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı"
...
"O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?"

(Duhâ suresinin 1-2-3., 6-7-8. ayetleridir)

13 Ağustos 2008 Çarşamba

doktor kim

doctor who (doktor kim) dünya gezegenini muhatap olduğu tehlikelere karşı koruyan süper bir fantastik karakterdir. telefon kulübesi görünümündeki laboratuvarı ve uzay gemisiyle zaman ve mekanda seyahat eder. son derece karizmatik filan olmak yerine -sair süper kahramanın aksine- epey gülünç bir adam oluşuyla gönüllerde yer etmiştir.
bbc tarafından 1960'lardan başlayıp 80'lerin sonuna kadar dizisi çekilmiş. benim çocukluğumun ilkokul yıllarına denk gelen dönemde trt televizyonunda bazı bölümleri yayınlanmıştı. dizi daha sonra seri kitap halinde de yayınlanmış, türkçeye remzi kitabevi tarafından çevirtilip tanesi 10 liradan 1975 yılında piyasaya sürülmüş, babam tarafından satın alınıp evimizin kitaplığındaki yerini -elbette okunduktan sonra- almıştı. istanbul'a bu gidişimizde gözüme kapakları iyice yıpranmış ve sayfaları sararmış vaziyette olan doktor kim serisinin üç kitabı ilişti (doktor kim ve dalek baskını, doktor kim ve otonlar, doktor kim ve korkunç kar adamları). gözün iliştiğini gönül istedi, dil söyledi, baba razı edildi ve kitaplar valize alındı efendim. eve dönünce ekşi sözlüğü bir yoklayayım doktor who cephesinde neler oluyor acaba dedim. meğer bbc 2005'te diziyi yeniden çekmeye başlamış. dört sezonu devirmişler. tabi hemen rapidshare search'ü marifetiyle indirdim üzerinize afiyet. ilk bölümü az önce zevkle seyrettim. plastik vitrin mankenleri canlanıyordu. ikinci de inmek üzere. aha şimdi indi. trink. buradan bütün tv yapımcılarına sesleniyorum. fantastik diziler yapsınlar, ben izlerim. aradaki reklamları bile seyrederim gerekirse. söz.

12 Ağustos 2008 Salı

küçük bir şey

küçük bir şey yaparsın, iki bardak süt, biraz kakao, biraz bisküvi ile bir pasta mesela, büyük bir şey olur bu.
küçük bir şey yaparsın, yolunun üstündeki dükkandan bir bone alır, götürür o daha yeni başını örtmeyi öğrenen kıza verirsin, çok sevinir, büyük bir şey olur.
küçük bir şey yaparsın, karşından gelen teyzeye gülümseyerek selam verirsin mesela, ne olur, büyür o evet.

küçücük bir ses çıkarır gibi bir kuyunun başında, büyür, katlanır, tekrarlanır.

küçük bir şey yapmayı küçümsersen, küçük kalırsın.

31 Temmuz 2008 Perşembe

"ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında
ne sen bunun farkındasın ne polis farkında"

28 Temmuz 2008 Pazartesi

bugün günlerden ne?

yarın pazartesi. aslında bugün de, sevmiyorum saat onikiyi geçti diye günü değiştirmeyi. onun için yarın. pazartesi.

günler aslında ikindide değişir. mesela perşembe günü ikindiden sonra artık cuma gecesidir. pazar günü ikindiden sonra pazartesi gecesi, bu durumda cumartesi ikindiden sonrası da pazar gecesidir. evet böyledir. ama bana sorarsanız bütün benliğimle bunu kabul etmemle beraber sabah uyandığım zamandan itibaren o güne ait olan ismi kullanır, keyfime bakarım.

ne diyordum, pazartesi, yani yarın, sabah sabah kalkıp son üç günü kalan kursuma gitmem gerekiyor. sonra farklı farklı aksiyonlar olacak gibi görünüyor günümde. bakalım, yaşayıp göreceğiz.

aslında, canım çok sıkıldı. şu güngören'deki patlama yüzünden. kimbilir ne zamandır hiç düşünmediğim akrabalarımın acısı düştü içime. onları çocuğumu merak eder gibi merak ettim. sonra da çok kızdım kendime. hala da kızıyorum.

neyse, böyle işte.

27 Temmuz 2008 Pazar

okuduğumuzu anlayalım

"ne kadar benlik!
nasıl sığdırıyorsun secdeye, zor olmuyor mu?"

22 Temmuz 2008 Salı

yaş dönümü

dün hafif bir baygınlık geçirdim. fatma bana gül şurubu içirip yelpazesiyle serinlik yaptı. tostumu da yedim geçti. eve dönerken vapurda, geceydi. kulağımda goran bregoviç, istanbulun beşiktaşlı karaköylü taraflarıyla dans ederek eve döndüm. ama baygınlıktan öncesinde başka şeyler de oldu. fatma bana gri toz sürme ile üzerinde pakistan yazan pirinç bir sürmedan aldı. muhittin abi'ye baktık. yokmuş. gittik erenlerde nargile içmeye. esma'yla muhsin burak da geldiler. bize doğum günü hediyesi almışlar. zaten paraları yoktu, ne gerek vardı yahu. mahcub olduk. yakında muhsin burak'ı davul çalarken izlemeye gidicez inşallah. ama osman gelmeyecek. sevmeyeceği şeyler önceden kolaylıkla tahmin edilebilen ve bir şeyleri sevmediğinde çekinmeden belli edebilen bir insan olduğu için gelmesi konusunda hiç ısrarcı olmadım.
bugün benim ve fatmanın doğum günümüz. arada bir yaş var. fatmayla benim aramızda bir yaşın lafı olmaz.
teşekkürler allah'ım, sen benim yanıma fatma'yı verdin.
bensiz gitmek istemediğin için güzel yerlere, teşekkürler fatma. elimi bırakmayan ellerini öperim.
akşama doğru osman arayıp tebrik etti. tam da annem hain evlat gibi şeyler bağırırken. hediyeler alıp pastalar yapmasını da beklemiyordum. doğduğum günü hatırlamaması çok olağan. güzel bir hadise değilmiş benim doğumum. dört saat eziyet çekmiş. sonrasında da onun için güzellikler getirmediğim besbelli. neyse ki artık kırılmalarım törpülendi. güzelliklerimi annemin gözlerinde aramıyorum. böylece onları kolaylıkla bulabiliyorum. oh be.. otuz yaşındayım. kontrolsüz bir şekilde günden güne daha mutlu oluyorum. saygılar sevgiler hürmetler gırla gidiyor..

17 Temmuz 2008 Perşembe

taraf

ne yazacaktım unuttum. laptop açılana kadar kafamın içindekileri kaçırdım. neyse o zaman ben sizlere başka bir konudan söz edeyim. ankaranın da bazı güzel tarafları vardır. örnek olarak çamaşırların çabuk kurumasını verebiliriz. ankarada çok uzak orası bize dediğimiz yere en çok 45 dk'da varabiliriz. haftaiçi her sabah radyo odtü'de modern sabahlar dinleyebiliriz. başka güzelliği yoktur ankaranın. olsaydı beş yılda ben bulurdum inan buna.
istanbulun da bazı çirkin tarafları vardır diye devam edemeyeceğim. aslında yazının kurgusu açısından hoş olurdu öyle bir paragraf. ama ben iyi dursun diye yalan söyleyemem. ah bebek söyleyemem. istanbulun kötü taraflarını saymayı marifet sanan zevk fukarası küçük insan, bu paragrafım sana gelsin. istanbulun trafiği, düzensizliği, kalabalığı, pisliği de sana girsin.
şimdi uykum geldi yatıyorum. fatma sen yarın bize gel.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

çekiyorum

hepbirlikte bir resim çektirelim. bir dahaki sefere eksilmiş olabiliriz. ben ölmüş olabilirim. gene de biz oluruz. bensiz de biz olabiliriz. hem de daha iyi oluruz bakarsınız. ah canlarım benim. öp öp öp.
evet istanbulda bazı değişiklikler olmuş. özellikle metro ile ilgili bazı gelişmeler olduğu gözümden kaçmadı. finüküler midir nedir öyle bir sistem kurmuşlar taksimden kabataşa. bu taraf taksim gezi bu taraf ne biliyim ne bu finüküler de neresi aceba derken durumu kavradık. oradan sen telle sarkıt lokomotifi aşağıya kaydır, işte ona diyorlarmış. başka isim bulamamışlar finüküler olsun bari başka bulamadık diye karar vermişler. ayrıca bu metrolardaki yürüyen merdivenlere hücum edildiği zaman "merdivenler yürüken bir de ben tırmanarak çok sevgili enerjimi heba edemen" diye düşünen tembel zevatın, merdivenin sağ cenahına yapışmak suretiyle "ben koşarak çıkacağım acelem var veyahut canım tez" halet-i ruhiyesinde bulunan kardeşlerine yol verme kültürüne kavuştuklarını sevinçle müşahade ettim. istanbul halkının adam olma süreçlerini önümüzdeki altı sene içerisinde tamamlamayabileceklerini umuyorum. hadi aslanlarım elinizi çabuk tutun. sizi de allah yarattı. tesis de var.
dünyanın en güzel nargilesini fatma`nın bizi götürdüğü kallavi diye bir teras kafede içtik. istiklal mırıl mırıl. antiloplar ters ters.. nefis bir güzellikti. bahreyn tütünüymüş. bir de oraya yazmışlar terasın camına "üşürseniz lütfen şal isteyiniz" diye. böyle bir nezaket ortamı böyle bir güzellik dumanı içinde muhsin ile tanış olduk. kırmızı saçlı filan ama iyi biri. çünkü edep bu zamanda en zor meziyettir. sonra sen benim gibi boş ağızlıyı bile edeple dinle.. kim bilir başkalarını nasıl dinler bu çocuk o iştahla. allah hayırlar versin. muhabbet ettim doğrusu. annemi inandıramadım. ama annem zaten bir tuhaf. annemin oğlu gelmiş. anne dedim hepbirlikte bir resim çektirelim. bir dahaki sefere eksilmiş olabiliriz.

ben ölmüş olabilirim dedim.
bazı fotoğraflarda makineyi kurup kareye yetişmeye çalışan insan vardır ya o ne kadar sevimli bir insandır değil mi? :babam.
olmayacak bizim o resim işi. çocukları hiç kucağına almadı, oradan anladım. dün miğdesi ağrıyınca çantamdan çıkarıp proton pompası inhibitörü verdim ama işe yaramadı pek. çocukların adını hala ağzına almadı. ilk gün ihsanın eline bir diş fırçası vermişti gerçi. bu hiçbir şey demek değildir matilda.
gene de öptüm. canıma değsin!

11 Temmuz 2008 Cuma

sessizlik şarkısı

bunun bir periyodu varsa bu blog sayesinde sanırım keşfedebilirim.

mızıkçılık yapar gibi oluyor, özür dilerim, ama elimde değil, konuşmak istemiyorum.

10 Temmuz 2008 Perşembe

vay

yedi sene be yuh! rakamla da 7 yazıyla yedi.

allahım hiç bir şey anlamadım bu sefer. hala anlamadım. yedi senedir bakıyorum hiçbir şey göremedim. özür dilerim. daha vakti var belli ki. olmazlar vadisinde tek başıma geziyorum. ama ihtimallerin kaydından da kurtulamıyorum. gurursuzluk filan da dert değil, tamam. dert değil allahım, ne lazımsa yapıcam. ama ne lazım allahım ne lazım?

istanbul da beklesin sevgilim biraz daha. öpecem yanaklarından, bir eminönünden bir üsküdardan. koynunda poyrazlar üfleyip uyutsun, beni istanbul sevgilim avutsun.

aslında derdim başka

üstad Ahmet Haşim demiş ki: “çingene, insanın tabiata en yakın kalan cinsidir. zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve bu fağrur dişli kır sakinleri, beşeri şekle istihale etmiş bir takım yeşil ağaçlardır... çingene bizzat bahardır.”
çingene fenomenini ile ilgili düşünceler kafamda Taraf de Haidouks eşliğinde dans ediyor. belki söyleyeceklerim olur, söylerim.

8 Temmuz 2008 Salı

O'na dönüşler..

hayal etmeye bile cesaret edemediğim bir acı çok sevdiğim bir dostumun üzerindeyken ne yazabileceğimi bilmiyorum. bütün tesellileri sen zaten biliyorsun. fazla konuşmanın faydasız olacağını da ben biliyorum. ayşe, senin için, Allah sana sabır versin diye çok dua ediyorum.

3 Temmuz 2008 Perşembe

bir insanlık mucizesi olarak "laz"

laz toplumunda insanların alışılagelmemiş şeyler yapması son derece normal karşılanır. herkesin yaptığını yapmayan insan, yadırganmaz, adeta övülür. -ya oriya hiç yürunur mi? denir, hayranlıkla gülümsenir. doğal olarak bu ortamda büyüyen bireyin beynindeki orijinal fikir geliştirme (or-ge) dairesi işlevselliğini ömür boyu sürdürür.normal olan, herkesin kafasına göre kendine norm bulmasıdır. delilerimizle aynı sofrada oturur, aynı denizde viya yaparız, onların anlattığı hikayeleri de trtde konuşan profların anlattıkları kadar önemseriz.
hiçbir şeyin kalıcı bir düzeni yoktur. düzen vardır ama sık sık değişir. ve bütünün düzeni yerine parçaların kendi içinde farklı düzenleri vardır. ve bütün o düzenlerin birbirleriyle olan bağlarını sorunsuz şekilde kurabilme yetisini zamanla edinen beyinlerimiz de bu halleriyle alelade beyinlere fark atar. hain fark atar hem de :)
evlerimizin biri doğuya bakar biri kuzeye, bahçeye gül dikeriz, yanına soğan ekeriz. yemek yaparken aklımıza ne gelirse onu koyarız. dünyanın en özgür, en mutlu insanları lazlardır. canımız ister arabadan inip yolun kenarında horon teperiz. sevdaluk ederiz. unutur, gene ederiz. aferum aferum..

hatalıysam ara

burada meydan hepten bana kaldı. sersem sersem dolanıyorum. beynim burun deliklerimden hızla akışa geçti. bi gel.

adamın biri demiş ki, eylülün karşısında insan zayıf olamaz. öteki de demiş ki, eylülün karşısnda insan zayıf olur hem de iki defa, hem sen de kimsin, demiş. ilk adam da cevabında kendisinin akla hayale gelmez anlam fukarası cümleler kuran bir insan oluşunu dile getirmiş. bunun üzerine ikincisi kendisini bir zavallı hissetmiş, bir küçülmüş böyle. eylülün karşısında da zayıf düşmüş, yetmezmiş gibi. sonra da yerin dibindeki ebedi istirahatgahına çekilmiş.
ilk adam da bu sefer şöyle demiş:
"nisanın karşısında kabalık etmek insan oğluna yakışmaz. "

hikayenin sonunda hepberaber elele tutuşup dünya çocukları şarkısını söylemeye çalıştılar. ama hiçbiri sözleri bilmiyordu. o yüzden de sap gibi kaldılar. hem de elele!

bat ayşe bat

sen beyaz keten ceketin önündeki çikolata lekesine domestosu dök, sen unut, domestos orada kuru, ceketin önü parçalan.. kafasız. kafasız ayşe.

(aslında herşey, kadının eve varmak için iki dakika daha sabredemeyip çikolatalı dondurmayı arabada yeme aceleciliğini göstermesiyle başladı..)

öyle olmayabilirdi. ama aynen öyle oldu. öyle olmasaydı, aa iyi ki de öyle olmadı derdik. ama belki de ceketimiz başka bir şekilde yırtılırdı. kaderi öyleydi belki de ceketimizin. olamaz mı? ceketlerin de kaderi olamaz mı?

yırtılmış bir ceket ile delinmiş bir ayakkabı metaforik açıdan ne kadar benzer nesneler değil mi sevgili dostlarım? metaforik açılarınızdan öperim.

yap/yapma

yazının söylemesini istediğin şeyden ziyade, söylemesini istemediğin şeye yoğunlaş. sözün varmasını istemediğin anlamı dışarıda bırak. böylece geniş güzel bir anlamlar skalasında dolaş. demek istemiş olmadığın şeyler seni zor durumda bırakabilir. ama "onu de demiş olabileceklerin" senin kadar başkalarına da, çok boyutlu zevk diyarlarında gezintiler sunar.
yazarken duraksama. korku yazmak üzereyken acaba endişe mi yazsam diye düşünmeye başladıysan artık korku da yazma. korku da endişe kadar uygunsuz olmuştur içine şüphe karışınca. duraksamak şüphe yapar (yoksa şüphe mi duraksama yapar?). şüphen varsa yazma. başka işine bak. sıkma tatlı canını. her şey olacağına varır.
kendi iyiliğin için yaz.
aklına gelen işe yarar şeyleri not et. arada dönüp geriye bak. ama genelde öne bak. önümüzdeki maçlara bak.

1 Temmuz 2008 Salı

yenilikler

sayfaya müzik dinleme aparatı taktım. (sonradan bozuldu, sildim ama vakit bulunca gene yapıcam) bir de yukarıya çok havalı bir bacımızın resmini koydum. renklerle yazı karakterleriyle biraz oynadım. bir de anket koydum. nasıl? beğenmediyseniz söyleyin lütfen. çok harika site buldum. fatma özellikle senin ilgini çekebilir:şu
*resimdeki kelebekli beyfendiyi de, vedide hanım'a ithaf ediyorum. bu fotoğraf bence elmalı nargile ya da tarçınlı çay gibi kokuyor. hm?
Bu arada sevgili gazozumuzun kapağı ayşe hanım için de endişelenmeye başladım. dün aradım, konuşamadı. allah ona selamet versin, o da tez zamanda bize ses versin.

30 Haziran 2008 Pazartesi

kontrolsüz güç, güç değildir.

28 Haziran 2008 Cumartesi

yolun sonu

sevgili jack, kitabını okudum. arkadaşın neal'ı ne kadar çok sevdiğini okudum. bence sen onu severken aslında içinde doğup yaşadığın kıtayı seviyorsun. babası kaybolmuş, içindeki hedefsiz tutkuyla, o azgın arayışıyla ne yapacağını şaşırmış dean. ne dediğini bilmese de hiç durmadan konuşan, nereye gittiğini bilmese de hep yolda olan, hoplayıp zıplayan, kalbindeki açlığın itişiyle bir kadının kucağından bir diğerine atlayan, hırsız dean; amerika.
kitabını yazdığın ruloyu insanlar müzelerde ziyaret ediyormuş. arkandan seni çok konuştular. genç ölmen aslında iyi olmuş, yanlış anlama da. git git yol nereye kadar, bir yere varmayacaksa?
uslubun da güzel. edebilikten eser yok eserinde. eğer sahiden 350 sayfalık romanı yazarken hiç uyumadıysan son bölümlerdeki etkinin yoğunlaşması da tuhaf. uykusuzluğun insanı beklenmedik bir uyanıklık düzeyine çıkarabildiğini ben kendi deneyimlerimden zaten biliyordum ama demek başkalarına da oluyormuş.
o kadar günahların arasında sarhoş sarhoş yüzerken arada tertemiz lekesiz saf bişeyler gözüne ilişir gibi olduğunda nasıl da heyecanlanmışsın ama jack? ona ne diyceksin güzelim?

özgürlüğünü arayan kalbe, altın tepside sunulan yemeğe kuşkuyla bakan göze, yollara düşen adama saygı duyarım. ama daha fazlasını beklerim o adamdan ben, senin yapabildiğinden fazlasını beklerim jack. bu defteri de böylece kapatıyorum.

24 Haziran 2008 Salı

uzun zaman oldu part II

bayağıdır içeriye girip bir şeyler yazamıyordum. vaktin azlığından değil de, onu merhametsizce hırpaladığımdan kendime çok az süre kalıyor. mesela çok uyuyarak vaktin bereketini silkeliyorum camdan aşağı. neyse. aslında bunları yazmayacaktım. size başka bir şey söyliyeceğim. çok uzun zamandır şiir namına bir şey yazamıyordum. buna çok içerledim galiba. ve birden tam uyanırken birinin kulağıma bir mısra fısıldadığını duydum. galiba bana acıyan bir melekti. daha önce hiç böyle bir şey yaşamadım. yani hiçbir mısram başka bir ağız tarafından kulağıma söylenmemişti. sesi net hatırlıyorum, mısra şöyleydi: "yollar: şehrin sırtındaki kırbaç izleri"

uzun zaman oldu

üç kitap bir dalga

Ken Kesey'nin bir romanı daha varmış: sometimes a great notion Bir de Chuck Palahniuk'un bir romanı daha varmış: survivor
Bir de ayrıntı'dan çıkmış yeni: açıklamalı düz ülke
bir de facebook'ta grup kurmuşlar: "reading kerouac does not make you sophisticated" diye. then what does? diye iç sesimle cevap veresim geldi. bayılıyorum kendimle dalga geçmeye. çünkü o zaman şöyle oluyor: oo sen benle dalga geçiyorsun ama o dalga çoktan geçildi hem de benim kendim tarafından. onun için bana koymaz. hadi canım, anca gidersin (illa ki, benim dönmekte olduğum yollardan)

23 Haziran 2008 Pazartesi

. . . . . .

yoruldum özlemekten. kulaklarım yoruldu. gözlerim, dilim, burnum, ellerim yoruldu. kalbim yoruldu. beklemekten yoruldum. bütün duyu organlarımla yoruldum.

nasılsın? dedi bana biri. bilmiyorum dedim, onbeş gündür aynaya bile bakmadım doğru dürüst. aynanı kaybetmişsin sen dedi. doğru dedim. aynam gelsin, bakayım nasıl olduğuma.

"o gidince bir çiçek açar içimde. binbir özenle onu her gün büyütürüm. bekleyerek heyecanla solacağı günü."

21 Haziran 2008 Cumartesi

onun sesi yer yer, susuz kalmış toprak gibi çatlar, kırılır. sesinin kırıldığı yerlerden akan kan kulaklarınızdan ruhunuzun ücra yerlerine ulaşır. bazı kelimeler onun sesiyle haykırılınca göğsünüze çarpıp bin parçaya bölünür. yumruk yemiş gibi nefesiniz daralır.
sesinin yüksek dalgalrında gezinirsiniz, sonra sizi ölü denizlere bırakır. dinlenirsiniz.
işte bu yüzden benim için dünyadaki en iyi erkek vokal dave gahan'dır (they've gone okunur, gittiler mi, ha evet gittiler çıkabilirsin diye esprisi yapılır)
resim de koyacaktım ama şu iltifatlarıma layık bir resmini bulamadım, hepsinde zirzop gibi çıkmış.

19 Haziran 2008 Perşembe

ben kimim-1

"cola turca'nın kapaklarını sakın atma aysel teyze
iki kapak getirene takım bardağı hediye"

öyle mutfak dolaplarından çekmecelerden filan kafalarında kukuletalarıyla fırlayıp aysel teyzeyi şaşırtmıyorlar mı, bayılıyorum ben o reklama. yüzümde dünyanın en salak ifadesiyle ekrana bakakalıyorum. bütün gün oturup aynı reklamı seyretsem sıkılmam. epeymanyakbirinsanportresiçizerimbuhalimle. bir de benim sahiden aysel teyzem var. parlement içiyor. gençliğinde erkek kılığına girip çektirdiği bazı fotoğrafları elime geçmişti bir ara. komşunun kızıyla sarmaş dolaş.. çok da yakışıklı olmuştu. epeysapıkbirinsanportresideçizebiliyorumbak!

ister ünlerim ister ünlemem. işte ben buyum.. (bu iki nokta meğer az önce üstüsteymiş, ne komik olurdu di mi :)) çok afedersiniz

gülnuş valde camii, oğlum, ben ve turuncu kabus

gülnuş valde camii var bizim burda. üsküdar merkezde. yeni camii de deniyor ona. daha sokaktan dış avluya girer girmez, dört mevsim, başka bir gezegene gitmiş gibi olurum. hemen önündeki caddeden geçen arabaların motor ve korna sesleri, insanların bet bağırışları, o telaş o kargaşa çoook uzaklarda kalıverir daha kapıdan adımımı içeri atar atmaz. demin de dediğim gibi dört mevsim ayrı güzelliği olur oranın. avlusunda saatlerce oturmuşluğum vardır. bir özelliği de mihrimah sultan camii'ne göre gelen giden insanın çok az olmasıdır. halbuki iki cami arasındaki mesafe yürüyerek üç dakika sürmez. ama öyledir. daha güzel olan biraz daha saklanmış mıdır yine, nedir?

tam karşısındaki sokak çaycısında yaklaşık on senedir gülnuş valde'nin türbesine bakarak çay içiyorum. o da bir başka güzeldir. türbenin demir kafesleri uzaktan sırça sarayları andırır bana. camiye bitişik ahşap ev kollarını camın önüne koyup sokağı seyreden güzel bir kadın gibi sarkar caddeye avlunun duvarlarından. gülnuş valde'yi biraz da içselleştiririm. kıt tarih bilgimle hiç tanımadığım valide sultanlardan ayrı olarak onu severim. böyle kalbimde hissederim sevgisini. çünkü kendisi üçüncü ahmet'in annesidir. üçüncü ahmet'se ilk beş padişahım sıralamasında ikinci sıradaki yerini ilelebet muhafaza edecektir.

bu dağınık yazıyı niye yazdığıma gelince, orada başımıza (ahmet'le benim) gelen bir adamla ilgili iki olay beni nihayet sinirlendirmeyi başardı. olaylar sırasıyla şöyle:
akşam ezanı okunurken caminin avlusundaydık. ahmetçiğim namaz kılmak istediğini söyledi. elimde belki de binlerce alışveriş torbası vardı. ama yine de bunu reddetmem demek ileride namaz kılmamak için bahaneler bulması ihtimaline göz yummak zorunda kalmam demek olacağı için elimdeki poşetler ben ve ahmet caminin yan kapısına vardık. cemaat namaza devam ederken oğlumun ayakkabılarını çıkarıp içeri yolladım. ben seni burada bekliyorum dedim. biraz sonra kapının meşinini aralayarak içeri baktım. ilk hissettiğim şey cemaate ayak uydurmaya çalışan kah zıplayıp kah secdeye giden oğlumun ibadetiyle mütehassis oluşumdu. hemen ardından cemaat namazda olduğu halde niye namazda olmadığı ve neden içeride caminin duvarına dayanmış bir dizi havada bir dizi yere eğilmiş oturur durumda olduğu, delik çorabı neden bu kadar kirli ve neden turuncu kıyafetler giyiyor soruları bir araştırma konusu olan adam ağa gibi oturduğu yerden kalkıp en arkada, tek başına, cemaatle namaz kılan yavrumu belinden kavradığı gibi havaya kaldırıp onu dışarı çıkarma girişiminde bulundu. ahmet ayaklarını çırpmak ama hiç ses çıkarmamak suretiyle adamın elinden kurtulup namaza devam etmeye çalıştı. adam bu sefer daha sert bir kuvvet uygulayarak yeniden çocuğu belinden yakalayıp havaya kaldırdı. (belinden yakalıyor çünkü her seferinde yakalanan kişi secdede oluyor) ben torbaları yere attım. aklımda bunun başına neden geldiğini soracak olursa ne cevap vereceğimin çaresizliğiyle adamın kolunu sertçe tutup oğlumu bırakmasını sağladım. ahmet'e hadi git namazını bitir de gel dedikten sonra adama da karışmamasını söyledim yeniden sertçe. ama adam manyaktı sanırım. beni ve dediklerimi anlamıyor gibiydi. yeniden çocuğun başına gidiyordu ki bu sefer biraz daha yüksek tondan ve biraz daha sert konuşmak zorunda kaldım. nihayet çok uzamasına gerek kalmadı da cemaat selam verdi. namazını bitirdiğini düşünen oğlum geldi, ben dişlerimi sıka sıka camiden ayrıldım.

ikinci olay: dündü. akşam ezanı yeni okunmuştu. gülnuş valde camii'ne gittik ahmet'le. ondan önce uzun bir sahil yürüyüşü yapmış biraz da yorulmuştuk. ahmet için taze bir abdest aldık şadırvandan. bedava :) sonra içeri girdik, ikimizin de çok sevdiği üzere üst kata çıktık, ben yeni namaza durmuş ve cemaat olmuş iki kişinin üçüncü kişisi olarak cemaate katıldım. ahmet de her zaman yaptığı gibi tesbih avı isimli cami oyununu oynamaya başladı. derken namazlar bitti felan dışarı çıkmak üzere ayakkabılarımızı dolaplardan aıyorduk ki o turuncu kıyafetli bıyıklı tuhaf adam yanıbaşımda bitti. şöyle dedi:
-yukarda siz mi namaz kılıyordunuz?
-evet dedim. ama başka kimse kalmadı galiba yukarda.
-biliyorum dedi. siz namaz kılarken ben geldim baktım.
-hö? diyemedim. öyle der gibi baktım.
-ben dedi, yukarı çıkıp bir şey var mı diye kontrol ettim. ben, burda çalışıyorum.
-ne çalışıyosunuz? dedim.
gayet kendinden emin ve hafiften arkaya doğru gerinerek
-şimdi bomba oluyor bir şey bırakıyorlar ben burda...
derken adama adım adım yaklaştım ve elimi yakasındaki karta attım. aynı zamanda da
-siz güvenlikçi misiniz? dedim
-yok, dedi. güvenlik dışarda. ben temizliğe bakıyorum. burayı ben temizliyorum.
-he anladım. siz bombaları temizliyorsunuz, dedim
-evet dedi.
ben camiden çıktım, ayakkabılarımı giydim sokağa çıktım, dolmuşa bindim, eve geldim, yemek yedim, misafir kabul ettim, uyudum, uyandım, çamaşır astım, arkadaşlarımla konuştum ama hala daha kızgınlığım geçmedi. bu yazıyı yazarken bir dahaki gidişimde bu adam hakkında camii'nin imamıyla konuşmaya karar verdim. içime biraz su serpildi.

18 Haziran 2008 Çarşamba

az yağlı sinek

kitapta yol aldıkça neyse ki benim sefil ruhum kerouac'ınkinden epey uzaklara düşmeye başladı. anlatılanların gerçek oluşu hatta gerçeğin sansürlenmiş hali oluşu hem de bundan altmış sene evvel yaşanmış oluşu bazen beni gülümsetiyorsa da çoğunlukla şaşırtıyor ve ne mutlu ki üzüyor biraz da.
neyse, anlatacağım kısım şu: adam otogarın birinde güzle bir kızla karşılaşıyor, tesadüf eseri kızla aynı otobüse düşüyorlar, işler yolunda gidiyor kızla aralarında muhabbet hasıl oluyor, kız da onu gözüne kestirmiş garda, neyse.. nihayet bir otel odasında buluyorlar kendilerini. sonra bir anda kerouac bu kızın orospu olduğu, bir pezevenk tarafından çalıştırıldığı ve kendisini soyacağı paranoyasına kapılıyor. kız da çok geçmeden kerouac'ın kendisini pazarlamak isteyen bir pezevenk olduğunu düşünmeye başlıyor. birbirlerine birkaç saat öncesinde aşkla bakan iki insan bir anda birbirlerinden korkar oluyorlar. evet işte sinek, işte yağ diyorum fatma..

şimdi anlatınca bana da çok yavan geldi :P
başladık bi kere, okuycaz mecbur.:

ist

istemem. gürültü olmasın. çiçekler solmasın. annem ağlamasın. kafası karışmasın sevdiklerimin.

istemem. dağınık olmasın evim. zaman daralmasın. çok sıcak olmasın. çok soğuk olmasın.

istemem. şımarmasın çocuklar. anneler bağırmasın.

istemem. istemem. istemem.

istemez, istemememi.

istesin. ne isterse onu. vazgeçtim.

ne isterse o.

17 Haziran 2008 Salı

natasha

The Newyorker'da, Nabokov'un daha önce hiç yayınlanmamış olan bir hikayesi (natasha)yayınlandı bu ay. 1924'de 25 yaşındayken yazmış. Az önce okumamı tamamladım. Altını çizdiğim bir kaç cümleyi dayanamadım tercüme ettim:

..derin bir kuyuya düşer gibi uykuya yenik düştü....

..Wolfe, bu karşılıksız yankının etkisiyle incinip suskunlaştı. Ve geniş gölün yanıbaşındaki o ferah, ışıklı anda, bir ahenkli böcek gibi bariz bir keder gelip geçti.
...
İçerisinde sokak lambalarının değerli taşlar gibi parladığı mavi bir mutluluk sisinde yükselirken, bunu da babama anlatmalıyım diye düşündü..

..açık mavi şafağın nüfuz ettiği uyuklaması..

tamamını tercüme edebilsem ne kadar iyi olur. nabokov çevirmek de her babayiğidin harcı değil tabi ama bu konuda benim tek dayanağım onun sahiden sadık ve hayranlıkla bağlı bir okuru olmamdır :) neyse bir çevirelim bakalım neye benzeyecek.. yaptığım işi az çok beğenirsem sofraya koyarım. ister yersiniz ister yemezsiniz o size kalmış..

16 Haziran 2008 Pazartesi

enseme vurup lokmamı alamazsın. güzel güzel istersen belki veririm. bir dilim ekmeği bölüşürüm seninle. ama suyu aynı kaptan içmem, tiksinirim.
gene de yok ben illa ensene vuracam diyorsan, iyi niyetinden şüphe ederim, ters ters bakarım, gerekirse uçan tekme atarım.

günün şarkısı

boooş kalııır o hanlaaaaar saraylaaaaaaar
booooooooooş kalııııııııır o hanlaaaaar saraylaaaaaaaaaaaarrrrrrrrrrrrr...........

ağır roman-film müzikleri/ağla sevdam-yusuf taşkın
(duvara karşının da dolmalı müziğidir hatırlarsanız, yakacık uğur mumcudaki evin de mutfak fonlarında kullanmıştık, ayşe hatırlarsan..)

habersiz kuşlar geçer... geceler... aşığım ben sana çok aşığım... yola çık... kördüğüm çember dört duvar... bıkar...can uçar... o hanlar saraylar...lar...

15 Haziran 2008 Pazar

hieyt jack kerouac!

...because the only people for me are the mad ones, the ones who are mad to live, mad to talk, mad to be saved, desirous of everything at the same time, the ones who never yawn or say a commonplace thing, but burn, burn, burn like fabulous yellow roman candles exploding like spiders across the stars and in the middle you see the blue centerlight pop and everybody goes "Awww!"
...çünkü benim için yalnız çılgın insanlar önemlidir, yaşamak için çıldıranlar, konuşmak için çıldıranlar, kurtarılmak için çıldıranlar, aynı anda herşeyi birden arzulayanlar, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortlarındaki mavi ışığı görenlere, "vay canına!" dedirten o muhteşem sarı maytaplar gibi yanan, yanan, yanan insanlar.

(hiç fena değil çeviri, velakin bu kitap da malesef orijinal rulo değilmiş. 1991 penguin baskısından çevirmişler. orijinalini okumak herhalde new jersey'de kısmet olacak bu gidişle, peh :) bu arada kitap ve çay için teşekkürler ayşe. iki bölüm lost almak için üşemeyip ta bizim eve gelmenizle de osman'la benim çok büyük takdirimi kazandınız, heheh.. karpuz da kesecektik ama kaçtınız hemen :)

alıntı

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve ebedî zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul!.. (17. Lem'a/Bediüzzaman)

14 Haziran 2008 Cumartesi

adamın biri

ben küçüktüm, ablam da küçüktü ama benden yine de on yaş büyük olduğuna göre benim küçüklüğümle onun küçüklüğü arasında pek de küçük olmayan bir fark vardı sanırım. Ben beş yaşındaydım. o da on beş. benim annem de on beş, mon beş dinlemeyen ve "kız çocuk buldun iş yaptır" mantığını icad eden "lazlara" mensup olduğu için ablama cam sildiriyorudu. Ablam camını hohlaya hohlaya silerken arkadaşlarından öğrendiği şu espiriyi bana yapmıştı ( lütfen ayıplamayın onun gençliğinde bu espiriler henüz yeni keşfedilmişti) "Adamın biri denize girmeye bayılıyormuş, girmiş ne olmuş" "ne olmuş abla" "denize girmiş bayılmış" o günü asla unutamıyorum. galiba ben de travma etkisi bıraktı. Bir psikoloğa gitsem çocukluğuma inse ilk rastlayacağı gün bu olur herhalde.

13 Haziran 2008 Cuma

bir şarkı gelir uzaktan
söyler aşktan yaşamaktan
bir ses ki ruhtan dudaktan
o sese yandım ah o sese

11 Haziran 2008 Çarşamba

sanatınız kim?

sanat sanat içindir, yok sanat toplum içindir filan diye tartışmalar artık olmasın. sanat benim içindir, kendim içindir, kendi keyfim içindir. hem de herkes için böyledir. egocentric bir şeydir. fakat bir takım insanlar kendilerini memnun etmeye, tatmin etmeye, (ne dersen de) yönelik bir eylemde bulunmayı nahoş kabul ettiklerinden olacak, mazeret olarak topluma faydalı olmak ya da daha fenası, sanatı kavramsal bir çok afedersin ilah gibi görüp bu yapıtım da sanatın şahs-ı manevisine armağan olsun, ben sanatta fena olmuşum şeklinde zırvalarla karşıma geliyorlar. şöyle sanatına göre artık heykeltraşsa kafasını taşla kırmak, ressamsa gözüne fırça sapı sokmak, şairse hoyratça bi kafa geçirmek suretiyle cezalarını veriyorum. bir ikisi adam oldu. onlara balkonumda kafes yaptım, besliyorum.

bugün böyle diyorum mesela, yarın tam tersini söyleyebiliyorum. inkonstant diyorlar bizim gibilere. ağzını bozmaktan çekinmeyenler de dönek diyorlar. iki kişi de bana anne diyor. küçük küçük bişeyler böyle, ayak altında dolaşıp duruyorlar. sanatın eserleri..

bir de düşünmeye fazla zaman ayıramıyorum ne kadar denesem. zaten onu yazmıştım ( http://bittabi.blogspot.com/2008/02/flash-flash-flash.html ). o yüzden ağzımdan çıkan bazı lafları sonradan duyunca veya yazıklarımı okuyunca çok salak ürünü olduklarını görüyorum.
son olarak da domates çorbasını yaktım bunu yazarken.
buradaki yazı silinmiş, yerine bu yazılmıştır.
buraya çöp atmak serbesttir. arkadaşım eş arkadaşım eş arkadaşım eşref.
artık davetlerimize başlayabiliriz (mi?).

bu gün

bu gün bu yazıma ayşe sevim'e teşekkür ederek başlamak istiyorum. bu gün burada ve herhangi bir gün herhangi bir yerde açıklamayacağım bir sebepten ötürü.

kendisi gerçekten arkadaşım olduğu ve en önemlisi bunu benim yokluğumda da en derin noktalarına kadar sürdürdüğü için.

beni gerçekten sevip acımı acısı, sevincimi sevinci, meselemi meselesi edindiği için.

ve o olmadığı zamanlarda benim gibi duygusuz birinin bile özleyebileceği kadar güzel olduğu için.

bu gün bu yazımı başka bir şey yazmadan bitirmek istiyorum.

10 Haziran 2008 Salı

dünya! topsun ooolum toop!!





sonuçta dönen bir top. ve de toplar oynamak içindir.








her şey yıkıldı, tek sen kaldın. sen de çok az kaldın. bu da mı geçer ya hu? geçer ya, ne sandın?

beyaz beyaz şeyler bulut. mavi mavi şeyler deniz. kahverengi şeyler de ayaklarımızı bastığımız topraklar. yerçekiminin kütlenin ağırlığı ile alakalı olması da bence mesajlı bişey. allaha şükür bizim dünyamızda zıplamak hala mümkün. daha büyük bir gezegende olsak yapışır kalırdık.
gezegenimizin zıplamaya olanak tanıyan boyutlarına rağmen yüzeye yapışıp kalanlara ise ahmak diyoruz.

?


normal bir kediyi sıcak hava iki saatte bu hale getirirse, ayşeyi sıcak hava bir günde ne hale getirir. bu matematik probleminde havuzun gösterdiği suluklardan dolayı kendisine yer verilmemiştir.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Yaşasın Konya


Arkadaşlar Konya'ya gittim. Çok güzeldi. gene gitmek istiyorum. mümkünse beraber gitmek istiyorum. Ladikli Ahmet Ağa'nın vefat yıldönümü etkinliklerine katıldık. Kendisi bir çoban VE veli. Fakat veliliğininin hususi bir durumu var. Gördüklerini söylemesine izin verilmiş. (yusuf dur be) "Normalde keramet bir yerlerinin görünmesi gibidir ama biz izinliyiz " diyor. Hz. Hzırın talebesi. kore krizinin çözümü için uğraşıyor, türkiye için yapılan gizli anlaşmalarda bir yetkiliyi öldürüp iki tarafı birbirine düşürüyor sonra gelip koyunlarını güdüyor vs.. odasında oturdum. torunuyla konuştum. giydiği bir kaban var, onun üstünde namaz kıldım. (yusuf in başımdan) Bir de onu gören dermiş ki bu mu evliya, ağzında sigara başında kasket dağlı bir çoban... Ama öyle güzel ki di mi?

sevgili dostumuz orkinos

şu resimde görmekte olduğunuz zat-ı şahane, orkinos. bunu böyle kuşbaşı doğruyorsun güzelce. limon suyu tuz ve sirkeyle terbiye edip yarım saat bekletiyorsun. bir tavada hilal doğranmış soğanları zeytinyağı ile kavurup üzerine domates rendesi ekliyorsun. tuz karabiber, pul biber, kekik.. sonra terbiye olmuş orkinosu da tavaya koyup lokum kıvamına gelmesi için kendisine 20 dk tanıyorsun. varsa biraz defne, maydonoz.
oldu mu? of çok enfes bişey oldu..
bir de bu orkinos denen yavru, bildiğin balık gibi pis pis kokmuyor. kuzu eti gibi. hiç böylesini görmedim. japonlar bunun için adam öldürüyormuş :) çok da kıymetli pahalı bir balıkmış filan. biz 6.90'a aldık. aslında 200 kiloyu buluyormuş büyüse. ama bizimkisi en fazla 15 kiloluk bir bebekti. onu çok sevdik. içimizde yaşıyor :)) ton balığı denilen balığın da iri orkinos olduğuna dair rivayetler var.
demedi demeyin, bulduğunuz yerde götürün. bu da siz değerli dostlarıma bir gurmelik güzelliğim olsun. üç tarafı balıklarla çevrili bir ülkede yaşıyorsak, miğdemizi bu gerçeğe yakışır usulde terbiye etmek öncelikli vazifemiz olmalıdır. öperim orlarnızı burlarnızı (yanak manasında!)
e e e e e e e e l l l l l l l l m m m m m m m m a a a a a a a a

8 Haziran 2008 Pazar

e l m a d e r s e m ç ı k a r m u t d e r s e m ç ı k m a y ş e . . .

7 Haziran 2008 Cumartesi

j

bu benim aslıma rücu edişim :)

6 Haziran 2008 Cuma

temaslarda bulundum:

bugün bir kaç konuya temas etmek için buradayım.
internet küfürbazları
gerçek hayatta küfür eden adam sayısı (X) ile internette aklına gelen küfrü pervasızca savuran adamlar (Y) arasında ciddi bir miktar farkı olduğunu tesbit ettim. Y-X'in bana birisi hesabını versin. erkeksen sokakta et küfrünü de hesabımızı bilelim, puanını verelim güzelim. korkma söv!
aynada güzel
biz kadınlar bazen aynaya bakınca dünyanın en güzel kadınını bazen de iğrenç bir mahluku temaşa ediyoruz. ilk durumda çok mutlu olurken ikinci durumda keyfimiz kaçıyor. aslında aynı kadın ikisi de. biliyorum çünkü aynanın tabiatı gereği..
birinci biz
biliyorusnuz ben başkalrının bloglarını kurcalayıp duruyorum işim gücüm yokmuş gibi. gördüğüm bloglar içinde en birinci bizi seçtim pikaçu! hele bir iki tanesi var ki, onları görünce kendimle ve sizlerle (evet siz, ayşe ve fatma) bir gurur duydum bir gurur duydum. oh çok şükür yarabbi!
mtv türkiye
çok ibretlik bir kanal. haftada bir iki saat seyredilmesini tavsiye ediyorum. özellikle konulu programları ağızları açık bırakıyor. dünya g.t olmuş dedirtirken, şükredecek ne kadar çok şeyimiz olduğunu hatırlatıyor.

5 Haziran 2008 Perşembe

sağ, salim, selim, selamet, sakin, sekinet, sükunet..

sukut! hayal-i sukut.
dizisini hiç seyretmedim, ama intro müziği o kadar güzel ki: rescue me: http://www.ztunnel.com/index.php/1010110A/dbbc1f4bb4a12ab47b3c9740e604bdcc2920bd4c2bc63976809e0f231295b988dc1c2db71e6ae58015780

4 Haziran 2008 Çarşamba

Türkçenin Sırları

türkün irfan ve gönül gücüyle fethedilmiş kelimelerinden biri de "garip" dir.

(Nihad Sami Banarlı Türkçenin Sırları)

bir insan bu kitabı okumadan göçmemeli. Ben ismekteyken öğrencilerime okutturuyordum. eğer kişi yazmak istiyorsa içinde bulunduğu zenginliğin - yani dilin oradan da kelimelerin- peçesini kaldırmalı. bu kitap iyi peçe kaldırıyor.

2 Haziran 2008 Pazartesi

nelan öyle zenci mi olur


ben buraların zencisiyim. rengim kararsız koyu kırmızı ya da magenta -özür dilerim . rahat et senin sokakların bunlar. sen dizdin otaşları oraya. ben yanlarından geçip giderim. istersen başkalarının zencisi olayım. girdiği kabın şeklini alamayana zaten: katı. rahat et sen senin şekillerin bunlar.

yok o resimdeki ben değilim, hale. burası da orası değil zaten. orası poyraz.

Bilye yavaş yavaş yuvarlandı bana doğru, bir olay gibi. İçinde renk renk ırmaklar akıyordu, dipdiri. Yaz içindeydi bilyenin. M.duras-

seviyorum bu hatunu

Akıl gibi bir şey delilikte. Açıklanmıyor. Tıpkı akıl gibi. Geliyor, iyice sarıyor seni, ozaman anlıyorsun. ama geçip gidince de bir türlü anlayamıyorsun ne olduğunu- Marguerita Duras

ferit feryad



farid farjad. yani; ferit feryad. 1938 yılında doğmuş. tahran'da. gidip elini öpmek istiyorum.

an roozha (ters lale) ismini taşıyan 4 albümü var. yani an roozha 1, an roozha 2 diye gidiyor isimleri. bir de golha orkestrasıyla beraber bir albümü daha var. bendeyse 19 eseri mevcut. ayşe, bunları senin muhakkak dinlemen gerek. evinden hiç çıkmadan uzun yolculuklara çıkman için.

hakkında hemen herkes hüznü konuşuyor.evet çok hüzünlü gelebilir insana. ama bana mutluluk da veriyor. seninle, büyümeye çalışan iki küçük kızken nasıl da birbirimize kenetlenişimizi, hayatımızın zenginliğini bilmeden ama hissederek o zamanlarda ektiğimizi, kendinden başkasını kendinden önce düşünme büyüklüğüne daha o zamanlarda nasıl da eriştiğimizi.. kısacası en başta seni hatırlatıyor, yaptıklarımızı ettiklerimizi.

sonra, hiç bilmediğimiz şehirlere gidiyoruz. hem doğuda hem batıda. hem kalabalık hem sakin olanlarına. dünya üstünde ama dünyada değilmiş gibi duran şehirlere gitmiyormuş gibi yapıp aslında gidiyoruz. bunu yapıyoruz.

ayrıca: bir insana ismi bu kadar mı yakışır? erkeğin feryadı..

1 Haziran 2008 Pazar

şerefe

bugün ingilizce kursundaki kızlarla dışarıda çay içtik. herkes hayatını sağa sola çekiştirdi, kustu, süsledi, renklerini gösterdi. Kızlar hiç gıcırdamayalım. manyak güzel bir hayat yaşıyoruz. diğerleriyle dıştan aynı ama içerden nasıl da killerle topraklarla ovula ovula yıkanmış bir yaşamımız var. yaşamımızda, bir şey beceremeyişimizde, kendimizden memnun olmayışımızda, kocalarımızdan beklentilerimizde, ettiğimiz küfürlerde, çok sıkı bir derinlik var. inanın. bir kere birbirimizi sevme şeklimiz nasıl da bu dünya şartlarına göre" saçma". kimin böyle bir saçması var. Alev alatlı belki hatırlarsınız gittiğimiz ropda şey demişti. afrikalı çocuklar çukulata istemez, çünkü tadını bilmiyorlar. etraf çukulata tatmamışlarla dolu. halbuki biz boğazımız yansa da - zaten yandığı için- ne güzel de yiyoruz. oh be, şerefe

yapmadım

babamın terasından bir panaromik istanbul fotoğrafı çekemedim. buraya koyamadım. aylardır doya doya ağlayamadım. muzsuzluktan kafamı duvarlara vuramadım. mutluluğa doyamadım. evimin tamamını hiç toplayamadım. pazardan aldığım sebzeleri yemek yapamadım. aldığım kitabı okuyamadım. okuduklarımı aklımda tutamadım. her zaman sakin olamadım. hep sinirli kalamadım. kendi kendimin kararını veremedim. beni sürükleyen rüzgara karşı koyamadım. hiç rüzgara karşı işeyemedim. adam olamadım. kadın kalamadım.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

dereyi görmeden paçaları sıvama derler ya ben şimdi dereyi görünce de sıvamamak gerektiğini düşünüyorum. hatta bunda ısrar ediyorum. bu aynı doğmamış çocuğa don biçilmemesi gibi bir şeyde karşılık buluyor içimde. dereye girmek icab ediyorsa bırak zaten, paçaların da ıslansın. paçaların sıvalı sıvalı dere kenarlarında dolaşmaktan, dolaşmaktan, dolaşmaktan, düğüm olmaktan ve hiç dereye girememekten iyidir. yeğdir. evladır.

30 Mayıs 2008 Cuma

ilk özel ve en güzel

hatırlıyor musun bir ali göncüler vardı. hatırlamaz olur muyum heyecandan kanatları olan günler çabuk geçer filan.. deli gömleği vardı sabaha kadar. canı isterse biten porgram. sabah kalkıp okula gidilecek. olsun başörtüsümün altına kulaklıklarımı takarım. hayatımda kayan bir yıldızı ilk gördüğüm gece -ay dilek tutmak lazım şimdi- allahım boranı göreyim lütfen! gördüm de. hiç yakışmadı. öldü.
bir de kent fm aylarca kapalı kaldığında ben rüyamda görmüştüm bilmemkaç eylülde açılacak diye. resmen açıldı ya.. ister inan ister inanma. inanırsın ama sen de vardın. okan bayülgeni de iyi bir adam sanıyordum eskiden. en güzel şarkıları ben dinledim kent fmde en güzel günlerimden bir kısmını da galiba 13 yaşımdayken yaşadım. o yüzden de hep ergen kalmakta direnen bir yanım var. evet doktor ben analizimi aldım da geldim.

dünden beri o zamanların şarkıları gene bana bulaştı bunu da sadece kendim için yazdım. şimdi istesem şak diye depresyona girerim. var mı bende o göz. nanik!

29 Mayıs 2008 Perşembe

sen bana hediye mi gönderiyorsun Allahım, aldım kabul ettim, can baş üstüne..

elektrikler kesildi birden. birden hayat bambaşka bir çehreye büründü. gecenin ikisinde hayat unuttuğum varlığıyla birden beliriverdi önümde. uzanıverdi. tek yapmam gereken tutmamdı. tuttum.

bir mum uyandırdım önce. sonra bir sigara yaktım. evimin sultanahmet'i gören penceresinden siyahlara bürünmüş sokağımın ardındaki karşı'ya baktım. zaman durdu. farid farjad çalıyordu bilgisayarımda. laptopumu seveyim. zor zamanlar için elektrik biriktiren düşünceli aletim. gökteki yıldızlar örtülerinden kurtulup bana baktılar. ne de çoktular. ne de çok..

sigaramı tellendirdim. müziği sadece kulaklarımla değil, benliğimle dinledim. gemiler geçti boğazdan, cankurtaran feneri bir aydınlattı bir aydınlatmadı, sultanahmet bütün vakarıyla karşıdan bana baktı.

müzik sustu. elektrikler geldi. sigaram da zaten bitmişti. içeri girdim ışıkları söndürdüm. sonra da bu yazıyı yazdım.

Allah'ım sen ne güzel bir Allah'sın.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

kendime yeni nick buldum. bakalım nasıl duruyor:

dem bu dem

cümle kuramayabilirim. içimden geçenleri kendimle bile konuşamıyorum. geriye dönüp bakıyorum. ileriye doğru ellerimden birini alnımda siper yapıp gözlerimi kısıp bakıyor, görmeye çalışıyorum. tam ortasında, bulunduğum yerde bir curcunadır kopuyor. geçmişin bütün sırları ve geleceğin bütün vaadleriyle bir an yaşıyorum. bu an başka anlarla bütünleşip birlik oluyorlar ve an olmaktan hiçbir şey kaybetmeyip büyük bir an olarak hayatım oluyorlar. duyduğum seslerin tek bir anlamı yok. gördüğüm yüzlerin sahibi bir kişi değil. tek bir şeyin habercisi olduklarını unutmadan, o uhrevi hukuka dayanarak, konuşmuyorum. susuyorum.

metrixin içinde doğup sonra dışarı çıkanlar ve matrixin dışında doğanlar olarak ikiye ayırıyorum. hepsi hoş, hepsi güzel. hayat vaadlerle dolu.

?

hemigway 'ın babası çok dindarmış, çocukları pek sık boğaz etmiş. sonra av tüfeğiyle intihar etmiş, hemigway ne yapmış, o da av tüfeğiyle intihar etmiş. ne alakası var sabah sabah. hiç alakası yok ne yapalım.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

http://video.google.com/videoplay?docid=505780967425362114&q=nusrat
"Allah için şarkı söylerken kendimi O'nunla bütünleşmiş hissediyorum ve Allah'ın evi Mekke önümde uzanıyor. Peygamberimiz Muhammed için söylerken; sanki Medine'de mezarının başında oturuyor ve onun için dua ediyorum."

özür

cephaneni yokla. hangi yoldan devam edeceksin? ganimeti değil daha az kayıbı hesapla. doğruyu değil yanlış olmayanı seç. evlen, iki çocuk doğur. akşam için dolma pişir. yanına da salata yap. cacık da olur.

sessizlikten önceki son fırtına. saçlarınla eğlensin.. ne güzelsin. lerzesin, sessin. yok öyle değilsin. tam hatırlamıyorum afedersin

24 Mayıs 2008 Cumartesi

sevgili katilimiz dexter


ayşecim al sana öldürmenin estetiği ve felsefesi üzerine nefis bir dizi. başroldeki adamı ben başka bir dizide de seyretmiştim (six feet under) o dizi de ölümle alakalıydı. orada bu adam eşcinsel bir rahibi canlandırıyordu. bu dizideki adamın aynı adam olduğunu neredeyse ilk sezonun sonuna kadar farkedemedim. ki övünmek gibi olmasın ben hemen tanırım normalde başka bir yerde gördüğüm oyuncuları. yani adam sahiden çok iyi bir oyuncu. ama asıl iş yönetmende. zaten daha giriş jeneriğinde koparıyor.. katilimizi canı gönülden severek ve neredeyse alkışlayarak izliyoruz. şimdiden afiyet olsun diyorum.

Yolda- Jack Kerouac

üst katta bir çeyrekliği fotoğraf çektirebileceğiniz bir yer vardı. Carlo gözlüksüz poz verdi fesat biri gibi çıktı. Dean profilden poz verdi ve mahçup biri gibi çıktı. Ben ise dosdoğru objektife baktım ve anasının adını ağzını alan herkesi gebertebilecek otuz yaşlarında bir italyan gibi çıktım. ( bana hediye ettiğin kitabı nihayet okumaya başlayabildim ayşe, evet gerçekten hızlı, ) ( Fatma bu kitabı bana ayşe almıştı ve hızlı bir kitap)

23 Mayıs 2008 Cuma

amanın yetişin komşular

lost 4. sezon 12. bölümü seyrederken dün akşam gözlerim doldu. bu sabah bir kese altını kaybettiğimin farkına vardım. buraya edebiyat felsefe gezi yazısı yazalım arkadaşlar da demiş bulunmam dikkate alınacak olursa aynaya baktığımda çok güzel bir kadın görme ihtimalimde azalmalar bekliyorum.

üçe ayrılır:
bazı kitapları elimizden düşüremiyoruz ya bazıları da elimize yapışıyor. bazıları normal.
fatma senin topkapı gezintin için uzun güzel bir yorum yazdım ama sanırım blok benim görüşlerime katılmadığını için yayınlamadı. bari buradan yazayım: "orası var ya, üüf, yine git." yani yazının özü buydu. bir de ayşe hanımın getirdiği yoruma katılıp ortaya bir şey atmak istiyorum. bana ilham kaynağı veren ve bu işe vesile olan ikiz annesini öperim, hadi bakalım bismillah:
Peygamber efendimiz :" saflarınızı düzeltiniz (aksi halde) Allah'ü teala suretlerinizi değiştirir, " buyurmuştur. Müslim'in diğer rivayetinde Resulullah sav efendimiz ok düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. hatta bizi alıştırıncaya kadar buna devam eti.... efendimiz safların arasına girer, bir taraftan diğer tarafa kadar dolaşır omuzlarımza ve göhüslerimize elini dokundurarak ileri geri çıkanları düzeltir ve :" safda ileri geri durup itilaf etmeyiniz, yoksa kalpleriniz de başka başka olur" ve "Şüphesiz ki Allah ilk saflarda namaz kılanlara rahmet meleklerde dua eder." buyurursu.
"zira safların intizamı namazın dürüstlüğündendir" ,"saflarınızı düzeltiniz ve sıklaştırınız. ben sizi arkamdan da görürüm"
bunun dışında saflar açık olduğunda şeytanın siyah koyun gibi araya sokulduğunu söyleyen hadisler var. buyrun. ne demektir bunlar biraz konuşalım mı? (riyazüs salihini açtım burası denk geldi)

22 Mayıs 2008 Perşembe

gezi mezi

topkapı sarayına gittim. sarayda yıllardan beri en merak ettiğim ve fakat bir türlü göremediğim şeyi gördüm, bahçede yaz akşamını.

onca projektöre ve gökteki dolunaya rağmen gölgeler birbirini kovalıyordu ve belirsiz bir bedenin beni bir gölgede görünmez kılıp elindeki iple boğması an meselesiydi.

işte ben bunu anladım saray gezintimden.

felsefeydi edebiyattı gezi mezi diye bağıran aradaşlara duyurulur :)

temizlik istiyorum

ev pis pis pis. heryerde oyuncaklar var. evin herhangi bir yerinden 1 metrekarelik bi alanı süpürecek olsam dışardan gelen biri o bir metrekarenin nerede olduğunu kolaylıkla söyleyebilir. sokakta kazı çaışmaları yaptılar ve dışardan içeriye giren toz % 400 felan arttı. o tozlar camlara yapıştı kaldı. çamaşırları katlamak istemediğim gibi katladıktan sonra dolaplara yerleştirmek de istemiyorum. çünkü dolaplarda yeterli yer yok. aman da aman! ben şimdi gidip büyük cengaverlere has bir edayla bu işlerin ortasına atlayacağım. bunları size neden söylediğime gelince, size söyleyebileceğim en zararsız şeylerim bunlardı derim. bir de evlerinizi derli toplu hayal ediyorum, kıymetini bilin derim. derli toplu olmasa da temiz olması kafi. evet bu kıymeti bilinmesi gereken narin bir konu. ve şimdi, gidip bu temizlikten ben de evim için oluşturmazsam daha fazla duramayacağım bu evde. bakmayın dağınıklığıma, pasaklılığıma. hem temizlemiyorum hem de dayanamıyorum bu kargaşaya. terkedip gitmek istiyorum. en iyisi temizleyip oturmak. böyleyken böyle..

21 Mayıs 2008 Çarşamba

hanımlar kocam beni seviyor
1- ismekten son maaşımı çekerken bankadan 200 ytl de kredi çekmeyi nasıl olmuş da başarmışım bilmiyorum. gel zaman git zaman o da faize girmiş şişmiş kabarmış, uzamış 600 ytl olmuş. ve ben de hapse girmek durumunda kamışım. akşam kocam gevrek gevrek gülerek eve girdi ve seni mapuslardan kurtardım ayşe hanım, dedi. ben de kahramanım oldum dedim. hadi bunu çayla kutluyalım.
2- pazar günü akşam altı civarı bunlar baba oğul bahçedelerde takılırken, ben de mutfakta salaksal temizlik işleri yapıyordum. yanlarına gittim. tabii kapıyı çekip. baki "ayşe ne yaptın anahtar yok biz de "dedi. beş dakka kara kara düşündükten sonra yine unutkanlığım sonucu üst katın demir parmaklıklarını kilitlemediğim ortaya çıktı. sonra baki de örümcek adamlık yapıp üst kata tırmandı ( ben de istyorum çıkmak dedim ama izin vvermedi) içeriden kapıyı açtı, ve gülerek aşağıya inip "nasıl çıktım ama" dedi. hiç kızmadı
3-şu anda hali hazıda bir üç yok ama ben bu rakamı öyle kimsesiz ortalarda bırakamdımç.
4- ne iyi oldu bu site ya. hem yorum yap hem yaz. hem ayşeye hem fatmaya, gel keyfim gel
5- senin tarifini yapacağım ayşe bir de süzme yoğurttan ayran yapacağım, kızlar çok fark ediyor, tavsiye ederim. ama şiddetle ederim.

20 Mayıs 2008 Salı

sevgili hanımlar


söz verdiğim tarif: 3-4 su bardağı un, bir çay bardağı yoğurt, bir paket kuru maya, 3/4 çay bardağı sıvı yağ, varsa yarım paket labne ve bir yumurtanın akını ılık su ile yoğuruyoruz. illa ki kulak memesi kıvamında olan hamurumuzu yarım saat beklettikten sonra içlerine beyaz peynir-kaşar peyniri rendelenmişi- maydonoz karışımlarından koyarak poğça yapıyoruz. üzerlerine de az önce bahsi geçen yumurtanın sarısını güzelce (ama bak burası çok önemli) sürüyoruz. nazar değmesin diye de çörekotlarıyla süslüyoruz. tepside 5 dk beklettikten sonra bu sırada 170 dereceye gelmiş olan fırında pembeleşinceye kadar...sonra da afiyetle...

aytepe adı verilen cennetin dünya mümessili mekanda üç gün geçirip döndük. apartmanda yaşayan adamla bahçeli evde yaşayan adamın yaşam kalitesi arasındaki farkın büyüklüğünü düşünüp duruyoruz dünden beri. çok büyük gerçekten. hele de adam çocuksa.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

19 mayıs

ankarada 19 mayısı kutluyoruz. dışarıda kahvaltı yaparken sürekli anonslar ve marşlar dinliyoruz. Oğlum anneannesinin bayramını kutlamak istedi. eh kandil ve dini bayramlardan sonra bu da varmış. bayramınız kutlu olsun arkadaşlarım.

18 Mayıs 2008 Pazar

zırva

bir dergiye bir yazı yazdım. ama yalnış anlaşıldım sanırım. yazıdaki bilgilerin elbetteki hepsi doğru değil. ama herkes doğru zannetti. halbuki yazı sanatının ikiyüzlülüğü diye bir şey var değil mi? şimdi tefe koyuldum. neyse ki cüretkar bir şey yazmamışım. yazı aşağıda. hadi bakalım. sıkılmadan sonuna kadar kim okuyacak



Annem yaşlandı. Hastalıklar vampirler gibi sivri dişlerini bedenine taktılar. İlaç şişeleri, merhemler, iğneler, suda eriyen kapsüller mutfak dolaplarından başlarını çıkarıp onu izliyor. Bu tıngır mıngır kadının bir kör gibi ellerini ileriye uzatarak buzdolabına doğru ilerleyişine bakıyorlar. Bir yeri acırken annem genelde böyle hareket eder. Kolları az önde yürüyen görünmez bir şifayı sırtından yakalayacakmış gibi uzanır.
Kör olmayan kör kadın sonunda buz dolabına ulaştı, soğuk su torbasını bulmak için derisi bollaşmış elleriyle buzluğu karıştırıyor. Çünkü başında bir şişlik var. Aslında biraz şişlik biraz da içeriye çöküklük. Yirmi dakika kadar önce oldu. Yolda yürürken dengesini kaybedip yavaşça, sanki ağır çekimdeymiş gibi yere düştü ve başını kaldırıma çarptı. Önce her şeyi siyah görmüş olmalı. Belki de parlak bir ışık görmüştür. Bilmiyorum.

Onun otuzlu yaşlarını hatırlıyorum. Çok güzel bir kadındı. Evin içinde tuzlu gözyaşları dolaşırdı. Komşular oturmaya gelir, komşular ellerinde dantellerle gelir, komşular başlarının üzerinde görünmez haleleriyle gelirdi. Evin içinde annemin geniş kahkahaları dolaşırdı. Sanırım annem herkes kadar mutlu oldu ve pekçok insan gibi hayatta çok mühim bir şeyi ıskaladığını belli belirsiz hisetti. Belki de hissetmedi. Bir çoğumuzun aksine ıskalamamış da olabilir. Nereden bilebilirim ki?
Annemin gençliği uzun sürmüştü. Zamanın tırnakları onun etine yavaşça girmedi. O birden bire yaşlandı. Her sene birkaç çizgi çubuk yerleşeceğine hepsi birden birkaç ayda yapıştı suratına. Akrep ve yelkovan onun yüzünün üzerinde dolaştı sanki o yıl ve her kımıldanışlarında bu eşsiz suratı yırttılar. Kötü bir dönemdi onun için, kötü olduğunu biliyorum çünkü bunu ona ben yaşattım.

Şu anda altmış beş yaşında, beş yaşındaki torununa altmış beşin nasıl bir rakam olduğunu göstermek için iki elinin parmaklarını altı kez açıp kapadı: “ Bak ben senden, bu kadar bu kadar bu kadar... büyüğüm” dedi gülümseyerek. Torun da çok sevimli bir şey, dudaklarını şaşkınlıkla süsleyip: “Sen ölecek kadar büyüksün, filmlerde adamlar nasıl ölüyor biliyor musun büyükanne, öyle değil sen vurulmadan da ölebilirsin...” dedi.

Annem buz torbasını bir avuç kalmış saçlarının arasını açarak kafa derisine yapıştırdı. Eskiden bu saçları zapt edebilmek için örmesi gerekirdi. Onun o örgüyü çözüp saçlarını taraması büyülü bir şeydi benim için. Özgürlüğe kavuşan teller kıvrılır, tarak bu buklelerin üzerinde bir sevgili dokunuşu gibi hareket eder, saçlar simsiyah gülümser... Halbuki şimdi... Şimdi daha güzeller.

Buz torbasını masanın üzerine bırakırken “ İyiyim iyiyim” diyor lekelerle dolu bir sesle. Kiminle konuşuyor? Benimle mi? Yoksa odada görünmeyen ama ikna edilmesi gereken bir hayalet mi var? Bir fısıltı: “İyiyim, iyiyim.” Midesine, cildine, kalbine yığılan hastalıkların bir kısmı da sesinin üstüne çıkarma yapmışlar. Savaş ardından yağma edilen bir kasaba gibi annemin sesi de talan edilmiş: Kısılmış, yırtılmış, tartaklanmış... Belki fena anılar da bu sesi dişlemiştir. Mesela oturma odasındaki on dört yaşındaki kızın bu işte parmağı olabilir. Annesine “Senden nefret ediyorum, asla senin gibi olmayacağım” diyor. Küstah mı? Belki de sadece genç. Hayır sadece aptal. Yeryüzünün kendisi için yaratıldığına inanıyor. İnsan on dört yaşında bile böyle bir palavraya inanmamalı. Neyseki o kız artık on dört yaşında değil, annesi de ondan böyle korkunç sözler işitmiyor. O kız tansiyonunu ölçüyor şimdi annesinin. Büyüğü on iki, küçüğü sekiz. Bir de şekere bakalım. Yüz on. O da iyi. Yine de doktora gitmemiz lazım. Hafif bir ses yuvarlanıyor: “İyiyim, iyiyim.”

Birden annemin farklı yıllardaki halleri mutfağa doluşuyor. Otuz yaşlarındaki annem karşıma geçip: “İyi değil, iyiyim dediğine ne bakıyorsun, hadi kalkın doktora gidin” diyor. Kıpırdamadığımı görünce: “Şimdi, hadi çabuk ol” diye sesini yükseltiyor. Ayağa kalkıyorum ama elli yaşlarındaki annem omzuma bastırıp beni oturtuyor: “ Bağırma, o ne yapacağını biliyor” diyor otuz yaşlarındaki anneme. Ama otuz yaşlarındaki annem bunu nasıl anlasın? O çocuğunun kendi kendine karar verebileceğini asla düşünemez. Halbuki elli yaşındaki annem bunu pekala biliyor. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarını düşünüyor olmalılar. Ama tanıdıkları kadınlar gerçeklerine benzemiyor. Ben elli yaşındaki anneme dönüp “Haklı, gitmeliyiz” diyorum. Arkada duran kırklı yaşlarındaki annem de bir baş sallayışıyla beni destekliyor. Annemin faklı senelerdeki bedenlerinin arasından geçip fortmantoya gidiyorum. İşte beyaz bir atkı.Yaşlı kadının başının üşümemesi için gerekli. Çekmeceden bir de ufak bir havlu almalıyım. Sırtı terlerse koyarız. Mutfakta elleri titreyen, başını öne eğmiş, hafif kanbur olan altmış beş yaşındaki kadından şöyle bir ses çıkıyor: “İyiyim, iyiyim”

16 Mayıs 2008 Cuma

yusuf hasta yine. dolayısıyla ben de yine uykusuzum. başımı kaşıyacak vaktim var ama öyle yorgunum ki. ama yine de kendim kaşıyacağım.
çok konuştum yine. çok susasım var. susadım hem de.

15 Mayıs 2008 Perşembe

anca

30 yaşında ergenliği henüz aşabildiğimi anlıyorum. olsun bu da bir şeydir; ölene kadar da aşamayabilirdim. muhtaç olduğum sefil kudret genlerimde mevcuttu zira..

makyaj

makyaj bir göz boyamadır. muhatabımızın gözünü boyarız, kendi gözümüzü boyayarak.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

alıntı

- size bir yalan... ayşe hanım geliyor.

herkes pencereye giderek baktı.

- size bir yalan... dediğim halde, gene de baktınız! işte dünya da böyle. yalan olduğu biline biline kanılıyor.

ceza

ya beni de aranıza alıp oynattığınız için teşekkürler hala alenen küfür ettiğim için kendime gelemiyorum. küfürü bana yasaklar mısınız? acayip utanmakla birllikte acayip bir şekilde utanmamaya doğru kayıyorum da. Kim bana ceza verecek? Ayşe versin. sanırım o fiziksel uygular. Fatma sen verme, sen fiziksel uygulamazsın.

11 Mayıs 2008 Pazar

sanırım başardım

sanırım başardım. evet. ben gerçekten değerli bir şey oluyorum bilgisayarın çok karakterli kişiliğine karşı parça parça zaferler kazandıkça. adıma şampanya patlatasın geliyor. sonra da gidiyor. zira haram. bugün Ales'e girdim. sözel sorular çok eğlenceliydi. Matematik değil. soruların çok basit olduğunu hissetmeme rağmen bu hissimi şıkır şıkır soruları yanıtlayarak doğrulayamadım. Ya ben matematik bilmek istiyorum, en azından MAT 1, ne olur istediklerimizi yerine gelse hemen. Cin çıksa ve "okey tatlım, hadi senin için basit bir şeyden kümelerden başlayalım ne dersin" dese. ben de " olur hemen başlayalım" desem. matematiği cinin varlığıyla büyülü, konuşmanın biçimiyle zevkli, olayın içeriyle faydalı hale getirsek. Tüm bunlar olmıcak ama di mi? bu sayfada küfür serbesti: ha siktir

8 Mayıs 2008 Perşembe

hem hem de

alpella riva latte keyfi. chocolat'daki kadın kesin bana bunu verirdi en sevdiğim çikolatam olarak. ama "after eigth de olabilir senin favorin emin olamıyorum" derdi. olsun vienne bacım ben de emin olamıyorum, duruma göre değişir, sıkma canını derdim. bir de çok beğeniyorum sizin zerafetinizi derdim yani genel olarak. yanlış anlamayın.

küfürlere özgürlük

bundan sonra sayfamızda küfretme özgürlüğü olsun. başka yerde olmasın da burada olsun. ağzımıza yakışmıyor ama yazılsın bari. kadınlar küfrederken mesela (ay çok afedersiniz) "s.kym" ya da muadili laflar çok salakça oluyor diye düşünüyordum. çünkü nasıl yapsın, gerekli ekipman yok (bana imkan tanınsa oo neler yaparım :))bugün düşündüm sanki erkekler gidip yapcak da. öyle laf olsun diye söylüyor işte. iyi de yapıyor.
tadımız bozulmasın da ağzımız bozulsun yerli yerinde. zaten fatma da dedi ki:

fatmam says:
başka hiçbir şekilde anlatamayacağın kelime dizimleri argoda vardır
fatmam says:
tam anlatmak istediğini anlatır

ona da başkası demiş. oktay galiba. psikolog bey.

nasıl adam öldürülebilir?

herkes adam öldürebilir. yeter ki arkasından çekeceği azabı bir an aklından çıkarmayı başarsın. boğazı kesmek ya da tetiği çekmek için kısacık bir an yeterlidir. o an için mesela bu kış doğalgaza acaba ne kadar zam geleceği düşünülebilir veya mor bir belediye otobüsünün boğazdan karşıya uçarak geçtiğini hayal edebilirim.
sadece tetikteki parmağım veya bıçağı tutan elim kalmalı. beynin ilgili kasları kontrol edecek mekanizması otomatiğe alınmalı. tereddüt kusursuz bir can alımına engel olabilir. o kopuş anında zihnin uzaklaşacağı adresi önceden planlamak gerek.

mor otobüs beşiktaş iskelesine konarken kan bulaşacaktır biraz tekerleklerine. gene de hakettiyse öldürmek lazımdır insanları. mühim olanın hayatta kalmak olduğuna hayatta inanmam. (öldürseler inanabilirim belki ama)

her sabah böyle, böyle bir sabah.

beynimi delen korkunç bir gürültü uyandırdı beni bu sabah. bir taraftan içimden şimdiye dek hiç kelimeye dökülmemiş küfürler yine kelimeleşmeden geçip durdu. diğer taraftan da aklı başında tarafım içten içe sevindi durdu. bu gürültüde hayatta uyuyamazsın, kalkmak zorundasın işte, diyerekten.

gerçekten de o gürültüde uyuyamam. kalktım. saat dokuzdu. bir saat oyalandım. bu oyalanmak öyle boş bir şey ki, bir saatin sonunda eline geçen hiçbir şey olmuyor. aynı hayatımın büyük kısmı gibi. saat on oldu. sonra ayşeyle konuşmaya başladım. arada da kahvaltı hazırlığı yaptım. saat onbir oldu. kahvaltıya oturdum. ahmeti ve kendimi doyurdum. saat oniki oldu.

sabahları her zamankinden daha yavaşım. güne akşamdan sonraki gücümle ama sabah erken başlamak istiyorum.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

özgür

dilin aslında vermediği imkanları zorla almak şeklinde edinilmiş harika bir uslup. yazıyla hala yeni bir şey yapılabileceğinin ispatı, yorulmadan hem de zevkle. o kadar çok beğendim ki 029ur'un blogunu. bak sağ üst köşeden link verdim.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

sapkının seyir defteri

okuduğum, izlediğim şeyleri buraya not edeyim de unutursam geri dönüp bakabileyim.
filmin adı crash (çarpışma) 2004'te yapılmış. ben yeni seyrettim. Poul Haggis yazmış yönetmiş. çok beğendim. zenci kadının araba yangınından kurtarılmaya çalışıldığı ve küçük kızın vurulduğu sahnelerde ağladım. hatırladığım kadarıyla en son kill bill 2'de bill'in kalbine ölümcül darbe indirildiği anda ağlamıştım. filmlerde çok zor ağlayan bir insan olmamakla birlikte kendimce bir seçicilik politikası gözetiyorum.
filmde olayların bir akışı yok da hayat parçalarının birbirleriyle orasından burasından rengarenk ince kimi zaman kalın ipliklerle birbirlerine bağlanması suretiyle örülmüş güzel bir doku olmuş. amerikadaki ırkçılık meselesini her açıdan kavrıyor insan. bir de amerikan history x vardı. onun da konusu ırkçılıktı sanırım. edward norton'umuzu o filmde bir daha sevmiştik fight club'dan sonra. aslında fight club daha sonra çekildi. en sevdiğimiz bir filmdir hem de.
bir de bugün chocolat'ı seyrettim. 2000'de çekmişler.
o juliet binoche'un zerafeti, o hanım hanımcık halleri.. minicik elleriylen çikolataları böyle tıngır mıngır karıştırmaları olsun, hayattan alınabilecek zevkler, hayattan alınabilecek zevklerden korkan insanlar, bir yerlere sığamamak, kurallara uyamamak, ama bir de kuralları zevkli bir uyum içine sokabilirsek nasıl da mutlu olabilmek ile ilgili konusu olsun... beğenimi kazandı, içimde kiloş etekler giyip fır fır dönme arzuları uyandırdı film. yalnız amerikan sinemasında hayatı güzelce yaşamak ile dinin birbirlerine karşıt şeyler olarak karşımıza çıkartılmasının bir örneği olması açısından da biraz gıcık oldum filme. görüntü yönetmeni ben olsam daha iyi bir iş çıkarabilirdim ayrıca böyle bir malzeme ile. o kadar söylüyorum. johnny depp de bir ara geldi gitti (sonra gene geldi, üzülme ;)). 1979 yapımı hair'da george berger diye bir tip vardı onu hatırlattı bana oynadığı karakter (reux). Çok sevmiştim o adamı ben. 13 yaşındayken fimi belki yüz defa seyretmiştim. yanlışlıkla vietnama gidip orada ölen savaş karşıtı bir hippiydi. let the sun shine in let the un shine in kafamda çınlayıp durdu yıllarca. kişiliğimi kurarken araya karışan tuğlalardan birisiydi. ama adamın son haline baktım o
zamanlar tabi yirmilerinde filan. şimdi olmuş dede.
bir de guguk kuşu vardı yüz defa izlenen filmlerimden, mc murphy (sağda) karakteriyle beni benden alıp yeni bir ben yapan. normal nedir, deli nasıl olunur, delilikle nasıl güzelleşilir onu anlatır. aslında ben önce kitabını okumuştum bunun. ken kesey yazmış. gene yaşım 12 13 filan. aşık olmuştum bu hayal adama. çok iyi hatırlıyorum kitabın son sayfalarında ellerimin titrediğini . sonra günlerce uyuyamamıştım.

26 Nisan 2008 Cumartesi

men heç neye tokunmadım

hayatımın son zamanları perde dikmekle geçiyor. dikiyorum, dikiyorum, bitmiyor. hayatımın geri kalan kısmını perde dikerek geçireceğimden korkuyorum. kimse çekip çıkarmıyor beni bu döngüden.

her şey bir şekilde başladı işte. zaten hep öyle olur. her şey bir şekilde başlar. çorba içerken başlar mesela. "her şey çorba içerken başladı" deriz bu gibi durumlarda. trafik ışıkları kırmızıyı gösterdiğinde de başlayabilir. elindeki anahtarlık mazgala kaçınca da olabilir. ya da daha olağan bir şey olsun. her şey ben otururken başladı. evet aslında gerçekten de öyle oldu. her şey ben otururken başlamıştı.

bir söz verdim. verdiğim söz benden alınan şeyle birebir örtüşmüyorsa da bunu çok önemsemiyorum. nihayet olarak bir söz verdim ve başladım perde dikmeye. diktim, diktim, diktim. az diktim uz diktim. arada maillerimi kontrol etmedim. bloguma bir şey yazmadım. msn'de laflamadım. sokaklarda amaçsızca dolaşmadım. hatta osmanlıca kursuma bile gitmedim. dikiş diktim. bir defa annemle annemin eski bir ahbabını ziyarete gittim sadece samatya'ya. zihnimde çabucak önem sırasına dizdim elemanlarımı. en öne bu hasta ziyareti geçti. ben de evi darmadağınık dikiş pisliğiyle bırakıp gittim. annem arkadaşıyla konuştu, helalleşti. falan da filan. sona geri döndük. ziyaret ettiğimiz hasta teyze biz yanından ayrıldıktan yarım saat sonra bilincini yitirmiş. dün de vefat etmiş.evet içimde iyi ki! iyi ki! iyi ki! deyip duran bir şey var. dışımda da annem var iyi ki! diyen. "iyi ki beni götürmüşsün kızım allah razı olsun" falan diyor. tekrarlyor bu iyi ki! diye başlayan cümlelerini.

neyse efendim, sonuç olarak perdeler dikilip bitmedi. ama ben bittim.

yarın taze bir nefes alıp taze bir güne başlamayı planlıyorum. bunu ilk defa planlıyorum sanırım. genelde sabahleyin uyanıp uyanmayacağım hakkında pek bir fikrim olmaz. ama yine de sabahleyin bu dünyaya yeniden gözlerimi açtığımda çoğunlukla şaşırırım. bu dünyada hala daha bana ihtiyaç bulunması ilginç geliyor bana. benim etkime. dur bi dakika. ben değişip dururken, etkim de değişiyor. evet ilginç işte bu. ama belki de değişmiyordur. bu da ilginç.

seni özledim bir de. öyleyken böyle.

19 Nisan 2008 Cumartesi

bat dünya bat

maymuncukla, hatta maymuncuksuz kilit nasıl açılır bunu öğrendim teorik olarak. iki saatten uzun süren araştırmalarım sonucunda artık biliyorum mekanizmanın nasıl işlediğini. dört tane düğme var kilidin içinde her birinin belli oranda içeriye girmesi ve bu sırada başka bir aletle karşı kuvvet uygulamak gerekiyor. o kadar basit yani. malesef elimde gerekli techizat olmadığı, evde de benzer bir şeyler imal etmeyi bir türlü beceremediğim için (çorba çırpıcısının teli, eski bir el radyosunun anteni, bir kalemin metal cep askılığı gibi nesneler işe yaramadı!) kilitli kalan gerizekalı amerikan panel kapımızı açamadım. çilingirin yapacaği işin ne kadar basit olduğunu şimdi çok iyi bildiğim için de vereceğim 20 ytl içime daha çok oturacak. ilk iş bir maymuncuk edinmeye karar verdim. hiç hoşlanmıyorum başkalarından hizmet almak zorunda olmaktan.

16 Nisan 2008 Çarşamba

ışıkla yazmak


güneş batarken mutfağın tülüne pencere kenarındaki iki çiçeğin gölgesi düşüyor. güzelliği ancak fotoğraf ile tasvir edebildim. ama kelimelerle yapmayı istedim aslında. şimdilik eski dilimi kullanayım..

15 Nisan 2008 Salı

tam bir şey diyecek gibi oluyorum. sonra kelimelerin çıkası gelmiyor ağzımdan. ellerimin yazası kaçıyor. ben de susuyorum. spider soliter oynuyorum.

14 Nisan 2008 Pazartesi

ikiyüz

Ortada bir acı varsa, acının asıl sahibi olmak en kolayı. Mesela çok sevdiği bir insandan ölümle ayrılan birisi olmak, taziyeye gelen birisi olmaktan daha kolay geliyor bana. Belki de acıyı çekene yanında sabrı da verildiği için. Diğerleri için ise, empatinin dozu yükseldikçe durum daha da güçleşiyor. Bir de ne desem, nasıl yaklaşsam daha münasip olur diye düşünüp durdukça samimiyeti kaybetme riski de büyüyor. Sonra da acaba samimiyetsiz olduğum belli olur da ayıp ederim filan şeklinde gelişiyor kaygılar.
Arayamıyorum ben hastalık geçiren yakınlarımı bu yüzden. Biraz da utanma var işin içinde. Çünkü sahiden kimse anlayamaz hiçbir durumun vehametini içinde olmadan. Anlayamıyorsam edepsizlik olur gibi geliyor.
Gene de benim acılarımda yanımda olsun istiyorum insanlar. Demek ki bir noktada gerçekçi değil endişelerim. İşte gene bir dehlizde kendimle başbaşa kalıyorum böylece..

10 Nisan 2008 Perşembe

başka adam

hayatı ciddi şekilde zedelenmiş ve belini doğrultmayı bir türlü beceremeyen bir adam olsun. bu adam nihayet bütün sıkıntılarının, başka acıları fışkırtan acılarının müsebbibinin hayatındaki bir başka adam olduğunun farkına varsın. sonra o başka adama bildirilsin bu. başka adam da kabul etsin suçunu. ama geri dönüşü olmasın yaptıklarının. başka adam, ilk adamı aslında çok da seviyor olsun. ne çeker bu başka adam? affedilemez. af durumu düzeltemez.
durumun berbatlığı gelip gelip vurur başka adamın yüzüne.

utanmaz, kötü başka adam seni! adam bile değilsin.

-çok utanıyorum bilakis :(

9 Nisan 2008 Çarşamba

üşenmedi, yazdı

annemle yaptığım (monolog tadında) msn diyalogunu kaybolup gitmesine kıyamadığım için buraya kopyalayıp yapıştırıverdim, işte:


Nurnihal says:
aysel tezenin ustunde hasta bir hanim vardi
ben says:
?
Nurnihal says:
vefat etti
Nurnihal says:
kemik kanseriymis
Nurnihal says:
cok acisi varmis kurtuldu
ben says:
allah rahmet eylesin,
Nurnihal says:
ben de simdi aysel tezenden geldim
Nurnihal says:
tavuklu pilav bir de helva yaptik
ben says:
hmm tavuklu pilav
Nurnihal says:
yardima gittim
Nurnihal says:
ovlen namazinda kaldirdilar az oncede donduler tazen le enistten de yemekleri alip yukari ciktilar ben de az once geldim
ben says:
ben de çamaşır asacam

Nurnihal says:
namaz kildim
Nurnihal says:
ovleni
Nurnihal says:
ben de camasir asayim
ben says:
şimdi uyanırlar

Nurnihal says:
bugun sabahtan beri kostururyorum
Nurnihal says:
biraz dinlensem iyi olacak
ben says:
iyi hadi sen dinlenmene bak
Nurnihal says:
sabah bababn benimle gel bankadan para alalim dedi
Nurnihal says:
kiradan oteki evin vergisini odeyecekti
Nurnihal says:
asagi imindik jeton dustu
Nurnihal says:
ben dedim para karti sana vereyim sen cek
Nurnihal says:
senin yaninda nakit varsa bana ver
Nurnihal says:
varmis
Nurnihal says:
verdi ben de karti verdim
Nurnihal says:
alisveris yapmam lazimdi birdaha yukari cikmadim
Nurnihal says:
ayten tezede camdan bakiyordu
Nurnihal says:
cenaze arabasi gecti
Nurnihal says:
anladik komsu oldu
Nurnihal says:
ayten tezeyle alisverise gittik
Nurnihal says:
once benzinciye gittik
Nurnihal says:
tutturdu yine ben koyacam benzini
Nurnihal says:
cok irar etti allaha saldi
Nurnihal says:
birdaha binmem aararbana dedi
Nurnihal says:
ben de son olsun birdaha allaha salma dedim
Nurnihal says:
50 l aldi
Nurnihal says:
ordan simens servise gittim
Nurnihal says:
cam ocagin dugmesini siparis ettim
Nurnihal says:
40 ytl
Nurnihal says:
ordan bosa gittim
Nurnihal says:
ocak aldim ya cok iyi de su bile iz yapiyor
Nurnihal says:
leke oluyor
Nurnihal says:
lekede cikmiyor
Nurnihal says:
bulsik detejani cilarmadi
Nurnihal says:
domestos cikarmadi
Nurnihal says:
sikoc birayt la ovdum cizildi
Nurnihal says:
cok canim sikildi
Nurnihal says:
gidip ne yapacam dedim
Nurnihal says:
ilaci varmis servisete
Nurnihal says:
parlatiyormus
Nurnihal says:
bilseydim almazdim
ben says:
geri ver canım
ben says:
mecbur değilsin
Nurnihal says:
bir de yanarken ses yapiyor
Nurnihal says:
alirlarmi
ben says:
almak zrounda değil mi?
Nurnihal says:
begenmediysen getir demedi
ben says:
tüketici hakkı
ben says:
türkiyede pek olmuyor o işler gerçi
Nurnihal says:
sozlesmede alinmaz diyor
Nurnihal says:
satilan mal alinmaz diyor
Nurnihal says:
hasar satilmaz
Nurnihal says:
ordan da bir milyoncuya gittik
Nurnihal says:
kivir zivir birseyler aldik
Nurnihal says:
dia ya da ugradik
Nurnihal says:
orayada bim gibi bazi seyler geliyor
Nurnihal says:
dag icin kagit havlu asacagi bornaz asacagi tuvalet kagidi asacagi aldim
Nurnihal says:
yine oralarda bir karadeniz kahvaltilik satan biryer var ayten teze cok guzel oluyor dedi kahvaltilik dedi
Nurnihal says:
buyuk koyluy lermis
Nurnihal says:
rize helvasi vardi
Nurnihal says:
bazi peynir cesitleri falan aldim
Nurnihal says:
ordan geldik kilere
Nurnihal says:
bugun sebze gunuydu
Nurnihal says:
sebze meyva aldim
Nurnihal says:
yatal odamdaki sandalyeyi vermistim tamirciye ona ugradim yapmamis
Nurnihal says:
yarin yaparim dedi
Nurnihal says:
bir hafta oldu neyse
Nurnihal says:
ben ermara ugradin darilmasin diye
Nurnihal says:
ayten teze debime gitti
Nurnihal says:
sevimin evinin altinda bim acildi
Nurnihal says:
mahalleli cok sevindi
Nurnihal says:
adim basi bim oldu
Nurnihal says:
ancak yeter
Nurnihal says:
eve geldim sekerim dustu heryerim titriyordu
Nurnihal says:
bir de baktim baban da geldi
Nurnihal says:
evde yemek yok yemek yemeye gelmis
ben says:
hehe
ben says:
ne çok yazmışsın

Nurnihal says:
aten teze de anahtarini bulamadi arabayami dustu dedi
ben says:
ben de bu arada bilimsel bir teste katıldım online olarak
Nurnihal says:
o yorgunlukla birde asagi indim arabayi aradik yok
Nurnihal says:
dedi bime girerken elimdeydi bimde dusurdum her halde
Nurnihal says:
cantalara baktim yo dedi
Nurnihal says:
babana seci ben de bime gotureyim dedim orada birdaha balti binden aldigi seylerin arasindan cikmis
Nurnihal says:
ordan kurtuldum eve geldim indimciktim yuktasidin nerdeyse bayikacam
Nurnihal says:
baban da acele ediyor
Nurnihal says:
isi var gidecek
Nurnihal says:
ayseltezen de bir taraftan cagiriyor
Nurnihal says:
babana hemen yumurta kirdim
Nurnihal says:
helva penir salata yedik
Nurnihal says:
ikili ekmegi nerdeyse ikimiz yedik
Nurnihal says:
ben hemen kostum aysel teyzene
Nurnihal says:
ordan isim biter bitmez eve kostum namaz gecmesin diye
Nurnihal says:
simdi de yemek yapacam
Nurnihal says:
nohut pilav cilek kompostosu
ben says:
ben de buğdaylı yoğurt çorbası ile karnıbahar yemeği yaptım

Nurnihal says:
yazapken dinlendim simdi ikindiyi kilip islere bsliyayim


işte Nurnihal hanımın bir günü de böyle geçmiş :)