28 Aralık 2009 Pazartesi

fındıklı şekerfare

bir fındık faresi aklımı başımdan aldı.
fındık faresi kutunun içindeydi.
sonra kaçtı.
kutu da fındık faresi de bir hikayedeydi.
aklımı başımdan aldı.

27 Aralık 2009 Pazar

vın vın

cuma günü saat bir de ilk sürüş dersimi icraa ettim. ( baki kendinin öğretmesinin doğru olmadığını illa sürüş derslerini beklememi ısrarla vurguladığı için beklemiştim de ) saat bir de başlayıp üç gibi son bulan maceramız oldukça berbattı. zira öğretmen bey bana liseliymişim gibi muamele etti. "ver gazı ayşe, ver gazı" gibi cümleleri sayesinde dersin ilk yirmi dakikasından sonra ben kilitlendim. Adam önce anlamadığım için dediklerini yapmadığımı zannetti. üç kere beş kere söylediği halde debriyaja yahut frene basmadığımı görünce bu sefer korkup cama vurarak "bunu duyuyor musun hey ayşee" demeye falan başladı. maalesef ben o esnada ne konuşabiliyore ne de arabayla alakalı herhangi bir komutu yerine getirebiliyordum. arabadan inince de yarım saat kendime gelemedim. dönüp hiç suçu olmadığı halde eşimi payladım. zira insan bir öğretirdi değil mi bir şeyler? "tamam dedi öğretiriz" ama bir sorun var. ben direksiyondayken hiçbir yere bırakma imkanımız olmadığı çocuklarımızı arka koltuğa koymaya kıyabilecek miyiz?

24 Aralık 2009 Perşembe

bugün salı ki aslında :)

saat ikibuçuk oldu. aslında saatin ikibuçuk olmasında bir beis yok. her gün iki kere oluyor nasıl olsa.

günlerden perşembe oldu. çarşamba olmasını dilerdim. eğer günlerden çarşamba olsaydı, mesela pazara giderdim. pazardan kereviz alırdım.

eğer günlerden çarşamba olsaydı 'çarşambayı sel aldı' diye türkü söylerdim.
günlerden çarşamba olsaydı eğer kendimi daha az yorgun hissederdim.

ne var ki perşembe oldu. iki saat sonra oğlumu okuldan almam, beş saat sonra bir konferansta olmam gerek. ve aradaki zamanda da günlerden çarşamba olsa ancak yetiştirebileceğim bi dolu işle ilgilenmem.

ne demişti annem? 'akılsız başın cezasını ayaklar çeker.'

ne alakaysa?

22 Aralık 2009 Salı

sakin olamıyorum. halbuki olabilmeliydim. bütün planlarımı sakin olabilen bir fatmayı varsayarak hazırlamıştım. şimdi ise, sakin olamıyorum. her şey ıslanmak üzere. her şey suya düşmek..

16 Aralık 2009 Çarşamba

muharrem mah

daha az su içmem lazım. zerafeten sofradaki bardakları yarım doldurmam.. çocuğum su istediğinde kanmadan ona hatırlatmam. çoğunlukla siyah giymem, kırmızı taşımam..

bütün bunları yapacağım da ne mi olacak?

bir kere olan bir kere daha olsa yeter.

bir kere olan bir kere daha olmasa yeter..

yak

"Tamam öyleyse sen işe git, ben de evle ve çocuklarla uğraşayım" cümlesinin üzerine bir varil benzin dökülür yakılır.

15 Aralık 2009 Salı

distict 9

hayır bu uzaylılar dünyaya geleli 20 sene olmuş, birisi de gidip sormaz mı kardeş siz matematikte fizikte neler buldunuz, teknolojiniz ne alemde, o dev gibi gemi nasıl senelerce havada asılı duruyor diye? varsa yoksa silahları. olmaz olsun böyle insanlık dedirten bir film.

14 Aralık 2009 Pazartesi

gel zaman git zaman keşfettiğim-iz- basit hayat kuralları yahut hayatı basitleştiren kurallar -kolaylık babında-

1- sabahleyin uyanır uyanmaz en yakındaki ve en müsait pencerenin perdesini aç, içeri ışık girsin.
2- yapma. sabah olup da gözlerini araladığında sakın bir daha kapatma. git yüzünü yıka, olmadı abdest al. bi pencereyi aç, nefes al.
3- bazen üşen, arada bir ertele ama sakın vazgeçme.
4- arada aklına bazı arkadaşların geliyor ama daha arayamadan unutuyorsan bi zahmet eline bir kalem kağıt al, not et. sen aramasan da o seni arar ;)
5- eğer solunum yolları tahrişe müsait bir insansan çamaşır suyu türünden temizlik maddeleriyle temasını çok kısa tut, eline geçirince aman şuraya da sıkayım, şunu da ovayım diyerek kendini
kaybetme. sonra acı veriyor!
6- Bulaşık makinesi sen onu boşaltmazsan asla kendi kendine boşalmaz. Mutfakta onunla göz göze gelmemeye ne kadar çalışırsan çalış, o gerçekten içi dolu olarak orada. Çare olarak onu daha az doldurabilirsin. böylelikle boşaltırken bunalmazsın. az az koyup yıka.


7-

geri geri

bir etkinlik vesiyle İstabul'a geldim. kedi gibi koynuna girdim şehrin. hır hır hırladım. bir hafta kalabilecekken, Yusuf'un an(a)kara daki mızırdanmaları sebebiyle iki gün kalabildim. Yağmur yağıyordu. herkes sokakataydı. otelin penceresinden sultanahmetle ayasofya görünüyordu. sabaha ezanını birbirlerine söylüyorlardı bu iki güzellik. bir sürü insan bir sürü şey yapıyordu. bir ara yeniden istanbullu oldum. doğallaştım. hava alanında ayakkabılarımı çıkarıp yere silkeledim. gece on iki de ilesamda kocamın arkadaşlarıyla nargile içip bir adamı pet şişe kapağıyla nasıl öldürüleceğini öğrendim. sıkış tıkış bir otobüste sara krizi geçiren bir adama yardım ettim. lalelide yürüdüm. yeni caminin avlusunda caminin minarelerine el sallayıp onunla konuşan bir kadınla sohbet ettim. Otel lobisinde gece bir de, birilerinin müşkülünü hallederken nihad hatipoğlu hocayı bulup kucağımda bebeğimle onunla sohbete koyuldum. sonra an(a)karaya döndüm. hava eksi iki dereceydi. her taraf kırağıydı. bir sürü aynı insan vardı. evime döndüm. taşınacağımın için bütün halılarımı sildim.( nasıl iyi geldi anlatamam) bir sürü yemek yaptım. yusufun ödevleriyle uğraştım. yusufun beslenmesi için sigara börekleri sardım. bir de modernleşmeyi düşündüm. modernleşme modernleşme... benim geri dönmem lazım.

13 Aralık 2009 Pazar

sevgili fatma

gündelik hayattan öğrendiğimiz dersler gibi bir yazı yazmıştın ya hani biz de editleyecektik aklımıza birşey gelirse, tam aklıma gelmişti yazacak birşey baktım ki yazı gitmiş. niye? ne güzel birbirimizle paylaşacaktık. eğlenirken öğrenecektik??

günlük

marketten gribi hafif geçirmeye yardımcı olacak türden ilaçlar almıştık bulunsun diye. nihayet dün lazım oldu. baktım bir tanesi gündüz için birisi gece için. gece için olanı üzerinde tarif edildiği ölçüde içtim. yarım çay bardağı filan içmem gerekiyormuş. madem dünyanın en iğrenç ilacını üretiyorsunuz bari konsantre edin de bir kaşıkta kurtulalım diye düşündüm. şurubun içeriğine bakmak biraz geç de olsa aklıma geldi. %10 oranında alkol varmış. bünye alışık değil tabi, bir saat sonra sızıp kaldım. kütük gibi uyumuşum. bir daha da içmem. tövbeler olsun. ilaç olarak caizdir biliyorum da ben bir daha öyle uyumak istemiyorum :)
benimle birlikte zehra da hasta. ihsan iyileşti neyse ki beş günlük yüksek ateşin ardından. çok zayıf düştü. çok üzüldüm.
bu arada trafiğe yalnız başıma iki defa çıktım. hiç eğlenceli değil. çok tehlikeli hatalar yapılabiliyor. aval aval gitmemek lazım.
insan kendi blogunu günlük gibi kullanabilmeli arada bir de olsa, di mi canım?

10 Aralık 2009 Perşembe

buldum sevgilim buldum!

bu dünyada bize en gerekli şeyin ne olduğunu buldum.

en çok zamana ihtiyacımız var. havaya dahi suya bile o zamana erişebilmemiz için ihtiyaç duyuyoruz.

öyle mes'udum ki..

7 Aralık 2009 Pazartesi

the end of time'da neler olacak?

ben olayı çözdüm. timelordlar gallifrey'le beraber komple geri dönüp doctor'dan öclerini almaya karar veriyorlar (great time war'da hepsini yoketmiş ya savaşı bitirebilmek için o yüzden) doctor'u haklama işini becerebilecek tek kişi olan master'a şartlı olarak yeni bir hayat döngüsü verip adamı diriltiyorlar. boynunda tasma gibi birşey var trailer'da çünkü. oradan anladım. master doctor'u öldürecek. bunları da buraya yazıyorum ki sonradan ben demiştim diycem. kırismısı iple çekiyorum the end of time bölümü için. benim durumuma gülme arkadaş. gün olur devran döner. bakarsın gallifrey döner :P çözemediğim tek mevzu kaldı o da madem sen rejenere olabiliyorsun ölünce o zaman ölsen ne yazar di mi? davıd tennant'ın yerine geçecek olan matt smith denen çocuğu da hiç gözüm tutmadı ama karakter o kadar güzel ki kime oynatsan bir kaç bölüm sonra sevmeye başlarsın. gene de 26 yaşında doctor olmaz. yok 13. hadi 8 olsun. olmaz. yaa gördün mü? bir saatten sonra insanın yatması gerekiyor. işte ben de hayatımda o noktaya vardım.

30 Kasım 2009 Pazartesi

burada söylenmişi var:

"Desem ki ben seni pek... ya kızar konuşmazsa
Derim bu çektiğim insaf edin eğer azsa
Desem ki ben seni pek çok... hayır kızar bilirim
Tereddütüm acaba hiddetinden az mı elim"

26 Kasım 2009 Perşembe

dibi

bir süredir düşüyordum. artık durdu.

bari harry potter seyredeyim dedim. bir tane kesmedi, bir tane daha seyrettim. saat 2:30 oldu. uykum iyice kaçınca ataraxı diktim kafaya. sabah bir kalktım öğlen olmuş. kurbağa gözlerimin arasından açlıktan ağlayan çocuklarımı seçtim. ne verdiysem doymak bilmediler. hiçbirisi.

kızgın mıyım üzgün müyüm mutsuz muyum mutsuzluktan geberiyor muyum mübarek günde. ne?

20 Kasım 2009 Cuma

Öldürmek istediğim ev sahibi

onun boğazına beş altı küçük meyve bıçağı saplamak istiyorum. böylece bizimle konuşurken tıslayan sesi inlemeye dönüşür: " evimin ısınma tesisatına bir şey yok. ille bir şey olduğunu düşünüyorsanız tüm petekleri değiştirebilirsiniz, kombiyi de,ben masrafa karışmam ama. bu muhitte eski kiracılar 400 yeni ev tutanlar 500 veriyormuş beni ilgilendirmiyor, ben 750 istiyorum. size ev bana da kiracı çok. öyle dediğime bakmayın eğer evden ayrılmaya kalkarsanız bir buçuk milyarlık depozitonuzu vermem ve sene ortasında evden çıktığınız için sizden bir senelik kirayı da hukuk yoluyla alırım. vıdı vıdı vıdı.." parmaklarımı gözüne sokup çevirmek istiyorum. zaten kapğitalizmin ne olduğunu eski solculardan öğreneceksin.

13 Kasım 2009 Cuma

twitter

bir twitter hesabım, 3 de takipçim var. bu üç kişiden biri murat bardakçı : )

bu dünya nereye dönüyor?

11 Kasım 2009 Çarşamba

bir kitap/bir yazar

survivor'dan önce hiç palahniuk okumamıştım. okuduğuma memnun oldum. invisible monsters'ı da aldım. onu da okuyacam. fight club'ı beğenmeyen herhalde yoktur aramızda. fight club'ı beğenmeyeni döverler. fotoğraflarından birisinde önündeki masada bildiğimiz türk usulü çaydanlık gördüm. chucky boy oy oy oy. insan, böyle sıska bezgin kısık gözlü içli bir tip bekliyor. bir bakıyorsun atletik (!) sırıtkan bir herifmiş. doğrusu biraz şaşırdım. ama çaydanlık iyi geldi, ortamdaki gerginliği aldı biraz.
kitabın başlarında bir yerde "any dead girl, i'm not what you call choosy" diyor. nedense o çakıldı kaldı kafama. insanın kafasına çivi çakılır gibi çakılıyor palahniuk'un bazı lafları. bazıları ise fena halde sıradan. lise seviyesinde sembolik anarşizm kokusu saçan cümleler de var aralarda. modernizmin çok klişe eleştirileri. eh batılı derinliğinin sınırları var tabi. gene de chuck palahniuk o sınırların zaman zaman üzerinde gezinebiliyor arada bir de olsa ötesinde bir yerlere dart okları atabiliyor. o oklardan bizim de onikimize, hadi hiç değilse dokuzumuza yahut yedimize isabet eden olmuşsa ne mutlu. bir ciddiyet yahu!
kitabının sonunda ne olduğunu yazmayışıyla da beni hayranlıklara boğdu kendileri. zaten (?) sayfalar ve bölüm numaraları sondan başa doğru gidiyor. kaçıncı sayfadasın değil de kaç sayfan kalmış. o çok iyi. dil çok sade, konu dahice, kurgu gayet sağlam. filmini çekmek üzere oldukları sırada 11 eylül patlamaları vuku bulduğu için askıya almışlar projeyi. uçak kazası filan var da kitapta, o açıdan.
web sitesindeki sıksorulansorular listesinin başında "palahniuk" nasıl okunur? sorusu var.
survivor "hayatta kalan" demektir ama "gösteri peygamberi" diye isim koymuşlar türkçe tercümesine. baktım tercümesi de fena sayılmaz.
bu kitap bize ne anlatıyor onu anlatacak değilim. o zaten anlatılmış.
elime başka ulaşan bilgi olursa paylaşmaktan çekinmem.

9 Kasım 2009 Pazartesi

kamyon gibi laf



kamyoncular araçlarının arkasına çok alangirli cümleler yazıyorlar. bir ara kamyon arkası yazıları biriktiriyordum bu yüzden. geçen gün baki yolda bu kamyonu görünce benim için çekmiş. hediye olarak verdi. sünnettir diye ben de size göndereyim dedim.

3 Kasım 2009 Salı

marsta hayat


şef dedektif sam tyler, 2006'da geçirdiği bir trafik kazasının ardından gene bir detektif olarak 1973 yılında uyanır. polisiye bir dizi "life on mars". beni cezbeden tarafı adamın aslında gerçek bir alemde olmadığını bildiği halde yaşamaya devam edebilmeye çalışması, çabalamak zorunda oluşu. sam tyler gerçek kendisinin bir hastane odasında yaşam destek cihazlarına bağlı olarak komada yattığının bilincindedir. her ne vakit "bu ne biçim iş zaten hiçbişey gerçek değil hepsi bana bilinçaltımın bir oyunu, oynamıyorum ulan" diyecek olsa kulaklarına gerçek dünyadan "aha ölüyor kalbi durdu çekelim fişini bari" filan gibi sesler gelmektedir. her gün işe gidip olayları çözmeye uğraşmak zorundadır. yavaş yavaş bundan zevk almaya başlar. herşey çok gerçekçidir, o bol paçalar, o geniş yakalar, güzelim şarkılar :) ama olmadık yerde kendisine hitap etmeye başlayan televizyonlar, kablosu kopuk telefonlardan arayan "aman oğlum sen konuşamasan da ben hastanede başında bekliyorum vazgeçme e mi" diyen annesi vs peşini bırakmamaktadır.diziyi tadından yenmez kıvama getiren unsurlardan en önemlisi eski usul polisiye yöntemlerle sam'in yöntemlerinin tutarsızlığı üzerinden fışkıran espriler. her bölümde okkalı birkaç kahkaha attırarak seyirciyi kuru drama çizgisinden alıkoymaya çalışmışlar anlaşılan. manchester aksanı da kulaklara şenlik..
life on mars ismi, kaza sırasında arabada çalan şarkıdan geliyor. dizi bbc için kudos yapım şirketi tarafından yapılmış. iki sezon sürdükten sonra farklı bir mecrada bi şekilde (ashes to ashes) devam etmiş. amerikalılar da kendilerine göre bir uyarlamasını yapmaya çalışıp ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. sam tyler'ı, doctor who'nun ezeli düşmanı "the master"ı canlandırarak kötü adam kavramına yeni boyutlar katan john simm oynuyor. çok da iyi yapıyor. philip glenister, gene hunt rolünde o kadar harika olmasaydı simm'in oyunculuğu daha rahat parlayabilirdi. DCI hunt, gerçekten dünya tatlısı bir pislik herif olmuş. esas kız biraz odun tipinde ama olsun. ellerinize sağlık bütün life on mars ekibi. içtenlikle sizleri tebrik ederim.
şimdi gidip ilk sezonun sonuncu bölümünü seyredeyim. zaten hepi topu 16 bölüm, uzunca bir film gibi düşünülebilir.

çalışır durumdaki rapidshare linklerini de vereyim de seyretmek isterseniz işiniz kolaylaşsın sevgili arkadaşlarım:
life on mars

şiir

gelse de trenden ikimiz insek
camları buğulu iki tas çorba
bir kitap -- çantana korkup tutunmuş
kâğıdı samandan şiiri zorba

süleyman çobanoğlu yıllar sonra yeniden şiir yazmış, tuttum sevdiğim kısmını getirdim.

19 Ekim 2009 Pazartesi

*?*

“(Juliyet) diyor ki:

-Vakit çok geç, artık git!

(Romeo) diyor ki:

-O kadar geç ki, erken kabul edebiliriz. Gitmeyeceğim!”

11 Ekim 2009 Pazar

içimi karıştıran mikser

karfur denen yere gittik. toplu kırtasiye alışverişimiz vardı. öyle yapıyoruz. ipimizi koparır koparmaz ayrı yönlerde yürüyoruz. araba ve içindeki ahmet mustafa'daydı. ben kendimi küçük ev aletleri standında buldum. en son kendime baktığımda eflatun renkli arzum marka bir miksere bakıp içli içli ağlıyordum.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Masal şöyle: Ahasver kudüslü bir ayakkabıcıymış. Çarmıhını taşıyan İsa'nın kapısının önünde dinlenmesine izin vermediği için lânetlenmiş. Cezası ise Hz. İsa dünyaya yeniden dönene dek, durmadan dinlenmeden asırlarca yürümekmiş. benim de ayaklarım ağırıyor. yürümeye başlamadan üstelik. aslında yürüsem geçebilir.

5 Ekim 2009 Pazartesi

trajikomik

tabii ki ikinizin de tanıdığı bir arkadaşım geldi geçende. arkadaşım evet. ama bana ablalık yapmışlığı herhalde daha çoktur.

-acayip ilgimi çekmesine rağmen sapla samanı ayırma vizyonum olmamasından kelli her türlü kişilik belirleyici psikolojik bilmemnelere karşı mesafeli durmuşumdur. gerçeği şu ki, ben sapla samanı ayıramasam da onlar da yeterli-tutarlı-güvenli tespitlerde bulunamıyorlardır çoğu zaman.-

ondan sonra melek abda dedi ki enneagram. ben de dedim ki sıfır gram. öyle dedi, böyle dedi, şöyle dedim, böyle dedim. dedim ki, bana biraz tuhaf geliyor, sen şimdi beni kendi grubundan görüyorsun ya, başka bir arkadaşım da kendi grubundan görmüştü. başka biri de kendi grubundan. ama bunların hepsi başka başka? kesin sonuç, kadim gelenek, sufi dayanak, bilimsel gerçek. bunları da söyledi. ben de tamam dedim. peki madem.

sonra kitaplar elime geldi. iki tane. biri ince biri kalın. durmadım dinlenmedim. oflamadım poflamadım.

sonuçta herhalde karaktersiz çıktım. hiçbiri değilim. ama hemen hepsindenim. trajik-romantik isminden ilhamla trajikomik olduğuma karar verdim.

21 Eylül 2009 Pazartesi

bayram bayramdır efendim, her yerde.

bayramda da bir gurbet psikolojisine giremedim. galiba bana burasi gurbet gelmiyor. iyi mi bu kötü mü bilemiyorum. bir özleme hali her zaman var ama mekanla çok alakali değil. belki oradan kurtaririm paçayı :)

20 Eylül 2009 Pazar

kelebekler de benden etkileniyor.

15 Eylül 2009 Salı

bundan sonra buraya yazdigim yazilarda turkce karakter kullanamayacak miyim? ne bu boyle. hic yakistiramadim sana. ozellikle de s'yi. noktali olmasi gereken. olamadi.

sabah namazlarinda penceremizin onunden ordek suruleri geciyor v seklinde. cok begendim sahiden. amerikalilara sempati duymaya bile basladim. sasirtiyorusnuz beni kuzum. kuzun degilim ben senin kendinim. kendisinin kuzusu hanimis aman da aman.

yusuf'la ahmet okula baslamis olacaklar. anneleri de cok heyecanli olsa gerek. annelerinin gozlerinden ogullarini operim.

dinle diyor, duy demiyor ki iradi bisey.. istima'
kor kuyularda merdiven merdiven.

9 Eylül 2009 Çarşamba

valla billa. hakkikaten. canı mı ye ki. nerdesin . ayşe. nerdesin??. ramazan ramazan. nerdesin. olduğun yeri sevdin mi?

31 Ağustos 2009 Pazartesi

ne var ne yok

günler su gibi akıp gitmiyor. zirveye tırmanmaya çalışan ama artık takati de kalmayan bir dağ tırmanıcısının ayağının altından kayan küçük taş parçaları gibi, düşüp gidiyor.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

facebook

facebook u keşfettim. beğendiğim tüm videoları "paylaş" butonuna basıp paylaşıyorum. ne kadar da mutluyum. pek ziyadeyim

more

bir şeyler indiremediğim, kaydedemediğim, kodlarını alıp yayınlayamadığım için adres veriyorum: more
http://www.pangeaday.org/filmDetail.php?id=9

28 Temmuz 2009 Salı

more

seyrettiğim en iyi kısa filmlerin içinde yüzüyor, kıymık batıran bir çalışma,Mark Osborne'un yazdığı More'u tavsiye ederim. sanırım netten aranınca bulunabilen bir şey.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

asabiyet

mazeretim yok, asabiyim ben..

6 Temmuz 2009 Pazartesi

peki bu şarkıyı hatırlarsınız

"markette çalıyordu" dedi, "hoparlörün altında durup bitene kadar dinledim". gelip geçenlerin tuhafına gitmiş, şarkıyla duş alır gibi mi dedi, üzerine şarkı yağıyormuş gibi mi olmuş ne.. çok güzel söyledi de ben unuttum. buldum dinledim o çok beğendiği şarkıyı fatma'nın. fatma'yı çok seviyorum. ilk gördüğüm andan beri çok seviyorum onu. bir paket uzun marlboro alıp beraber içelim. o ilk tanıştığımız günün hatırasına. ya da bağdaş kurup kağıt yırtalım. sağlığa daha zararsız olur.
şarkının şurasını sana hediye ediyorum o zaman:
"Yüzünüz ne kadar da aşina
Avcumun içine alıp öpmüş olabilirim"

sesi güzel olan kadınlar içinde sezen aksunun yeri başkadır. rüzgarlı bir ağaç altıdır, veyahut ayakların gelip giden dalgalarla ıslandığı bir deniz kenarıdır. bu şarkısıyla da büyük bir dalgayla üzerimizden geçip boğulma tehlikesi altına sokmuştur bizi.

"geçtiğiniz yollara düşmüş olabilirim.."

"gözünüz öyle uzak bakmasa sizi tanıdığıma yemin ederim.."

laylaralaylaralaylaralaylaralaaay...

3 Temmuz 2009 Cuma

cem yılmaz bey kardeşimiz "ah bu gönül şarkıları"nı seslendirmiş o güzel sesiylen. safiye ayla gibi olmamış tabi. ama beğendim ben gene de. seviyorum kendisini. ne pişirse yerim.
dinle

istek

bu mevsimde iki arkadaşımın babası vefat etti.

dün en sevimli amcamın oğlunu görmeye gittim. şubatta aniden ve başka vesileyle ortaya çıkan kanser 5 ay dolmadan onu tamamen bitirmişti. doktorların öngörüsüne göre bir hafta kadar ömrü kaldı. o da öyle yatağında küçücük kalmıştı.

yanına getirip 2 aylık torununu yatırdılar. ikisine de baktım. bir bebek güzelliği düşünün, hem de iki aylık olsun. mehmet ağabeyim kalıbımı basarım ondan daha güzel görünüyordu. o nasıl bir güzelliktir yarabbim..

dua istiyorum.

2 Temmuz 2009 Perşembe

efendi ol canımı ye

romantizm başka, gerçekler başka.

1 Temmuz 2009 Çarşamba

tadilat

Annemin evinde tadilat var. lavabolar sökülüyor. sonra kapılar sökülecek ardından da evin gıcırdayan tahtaları. Bu tadilatı en çok ben istedim. Annem rahat etsin diye. Çocukluğumun sık sık o evde karşıma çıkmasın diye. Sinir bozucu bir şey. Sürekli hastalıklı bir çocukla burun buruna gelmek. Ben dünyaya alıştım. Dünyaya alışamayacağını zanneden bir zibidiyle uğraşmak istemiyorum. Yeni ev iyidir. Yeni evimizde hem babam da ölmedi. o eski evimizde öldü. parkelerimiz ışıl ışıl olacak. kapılar gıcırdamayacak. ne güzel evin her yanı kırılıyor. çuval çuval beton, toz geçmiş çıkıtyor o evden. bu yeni evde henüz kimse ağlamadı. bu yeni evde henüz kimse ölmedi.

28 Haziran 2009 Pazar

üçüncü boyuttan düzülkeye düşşşş

çok iyi acı çekebilirim. çok iyi acı çekiyormuş gibi yapabilirim. çok iyi acı mı çekiyorum, çok iyi acı çekiyor numarası mı çekiyorum, ayırt edebilirim. bazen de ayırt edemeyebilirim. sevinmek için bu böyledir, üzülmek için böyledir, istemek, ilgilenmek, hoşlanmamak vs vs çok şey için..

lakin hiç iyi unutamam. unutmuş gibi de yapamam. unutamamak sırtıma yüklenince hiç bir şeyi ayırt edemez olurum.

neden?
hiçbir yüz güzel değil, senin yüzünden..

22 Haziran 2009 Pazartesi

ben kilimde değilim

bu sabah msn'yi açınca ebru'dan şöyle bir mesaj düştü ekrana:
"ebru bunu beğendi: http://www.hicistan.com/ "

ayşe de onu beğendi.
bir de Beirut'u çok beğeniyorum ben. yeni albümleri çıkmış, march of the zapotec. özellikle "la llorona" çok iyi olmuş.
ama en çok Veysel Dalsaldı dinlemek istiyor canım şu günlerde.

11 Haziran 2009 Perşembe

iki kaç?

babam bazen bana "kafanı kes" derdi. arabada arkasını göremeyince. kendisi derinlikli bir insandır aslında. ama arabada arkayı görebilmek çok mühim, özellikle parkederken. ben genellikle ortaya otururdum herhalde. pek hatırlamıyorum.
bugün kafamı kesmek istediğim sırada aklıma geldi. parketmekle ilgili bir müşküllle de alakası yok tabi bunun. yani kafa kesme isteğine yakalanmış olmamın.
annem de "saat on yatağa kon" derdi yatma zamanımız gelince. şimdi saat 11e geliyor. ne kafamı kesebilirim ne de yatabilirim.
başka şeyler yazacaktım ama neyse ki yazamadım. iyi böyle.

ifşa etme. kalbine ait hissiyatı kendinle bile konuşma. konuşmak nefsin lezzetidir. ikilik olur.

3 Haziran 2009 Çarşamba

gizliajans

üzülerek söylüyorum ki alper canıgüz'ün kitaplarının benim açımdan en iyiden daha az iyiye doğru sıralaması şöyle:
1- tatlı rüyalar
2- oğullar ve rencide ruhlar
3- gizliajans

gizliajansı da beğendim. ama malesef diğer ikisi kadar değil. umarım bu gidişat değişir. kötüye de gitse en kötü haliyle bile alper canıgüz ne yazsa severek okuyacağıma inanıyorum. belki de ilk kitaptan sonra sinema ve tv dizileri etkisiyle bendeki sürprizli sonlara olan aşinalık artmıştır da etkilenme düzeyim düşmüştür. o da olabilir bak. en çok nedense adamın navigasyonunu yapmasına güldüm. bir de o fezai bey kafamda trt'deki gençlere öss tüyoları veren tonton adam şeklinde canlandı.

alper canıgüz kitaplarını, okunduğu hızda yazabilse ne hoş olurdu. hiç olmazsa ayda bir kitap filan yazsa. dizi senaryosu yazsa o da çok süper olur.her halükarda fevkalade bir yazar. sevgiler.

bir film bir anı

slumdog millionaire'de çocuk cemal malik'in tuvalet çukuruna atladığı, o üstünde başındaki pislikle artist adamın karşısına -gerçekten saygıdeğer bir duruşla- dikilip imza aldığı sahne ne muhteşem ne muhteşem olmuş. ağladım evet. sonunda da ağladım. sonra dans sahnesi çıkınca kahkahalar atmaya başladım. o sırada eve osman geldi. bir anlam veremedi halime. sonra o da seyretti. iyi oldu.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Elif Şafak'ın dilini bulan getirsin

son kitabı Aşkı okuyorum, herkes tasavvufu yalnış anlamış, yalnış şeyler yazmış diyor. haklı olabilirler. gerçi kadın benim yazdıklarım doğrudur demiyor ki. sadece kafamdakini yazdım diyor. Aslında niyeti iyi gibi. yine de yalnış yazmış sanki. neyse. ben ona üzülmedim. ben elif şafak dilini kaybettiği için üzüldüm. ilkokul çocuğu gibi metni kaleme almış. bu ne basitlik? şu siyah sütte de böyle bir kıvam vardı. ama o kitap otobiyografik bir metin olduğundan belki bilerek bu dili tercih etmiştir demiştim. yanılmışım. hatuna çocuk yaramadı. halbuki çocuk insana yarar. bana iki oğlum da pek yaradı mesela. çok şükür. ya bu kız neden böyle berbat yazıyor ya. canım sıkıldı. of be

28 Mayıs 2009 Perşembe

şimdi benim adım n'olur n'olmaz bu işler artık bana inan ki koymaz

vampir severim. vampirin iyisi kötüsü olmaz. bir vampir filmi varsa kim çekmiş kim oynamış nerde kaç puan almış ödüllü mü filan demem seyrederim. dün de ettim. memnun kaldım. aslında saçma tabi, iyi kalpli bir vampir ailesine mensup liseli vampirin sınıf arkadaşına aşık olması filan. ısırmalara kıyamaması.. olsun. (twilight bahsi geçen)ondan önceki gün de "güneşin oğlu"nu seyrettim. filmde merdiven şiir dergisini de oynatmışlar. bir de murat menteş'ten hayır hayır krakerleri alıntısı var. ben onu ne zaman nerede dinlemiştim daha önce hatırlayamadım bir türlü. ama kendi sesinden dinlediğime çok eminim. o film de fena değildi. şimdi ben haluk bilginer'in oyunculuğunu çok başarılı buluyorum desem çok salakça olur. bazen ben kimim ki onu takdir edecek şeklinde vazgeçiyorum. sadece haluk bilginer'le olmuyor bu tabi. başkalarıyla oluyor. başka şeylerle. gene de içten içe çok beğeniyorum. hayran olduğum şeyler de var. çoğunu söylemiyorum.
ülker yeni bir meyve suyu üretmiş. şaka gibi: "içim karışık".

bir aydır çantamda gezen gizliajans'ı hala okumadım. bu hiç bir şey demek değil midir matilda?

bazı halıları kaldırdım. gidiyoruz.

24 Nisan 2009 Cuma

mevzu ile konu arasında fark varmış. konu, mevzuyu anlatmak içinmiş. mevzu soyut olurmuş. konularla somutlaştırılarak anlatılırmış.

21 Nisan 2009 Salı

Ayşe teyze aşktan öldü

Ben küçük bir kızken evimize bir yetmiş beş boylarında, iri yarı, pardesüsünü omuzlarına atarak giyen bir Ayşe Teyze gelirdi. Dehşet bir kadındı. Çok gülerdi. Her gelişinde hediye gibi evindeki çocuklardan da bir kaç tane getirirdi. sanırım altı çocuğu vardı. beşi kız. bir sürü kız çocuk.Biz onlara hiç gitmezdik. çünkü evde babadan kalan devasa parayı tüketen bir alkolik kocası vardı. Sürekli içiyor, sürekli tevbe ediyor, sürekli yeniden içiyordu. Sızıyordu. Çalışmazdı. Çocuklarıyla ilgilenmezdi. Ayşe teyzenin yanında endamı ufak tefek olduğundan önce evladı gibi dururdu sonra da kırışıklıklar yapışmış yüzü fark edilir adam oğuldan kadının kocalığına hatta abiliğine terfi ederdi.
Ben bizim eve sık sık gelen bu kadının bir kere kocasından dert yandığını görmedim. Gamsız mıydı ? biraz. ama bunun dışında fevkaalade aşıktı. İnsan kocasına daha doğrusu böyle çizgide bir kocaya nasıl aşık olur bilmem. Dört beş yaşlarında olmama rağmen kadının aşkını anlıyordum. benim tathlil ettiğim gerçeği bile görmekten acizdi çünkü.. adamın içkiye her tövbe edişinde sanki bu karar muciizeymiş bir daha elini içkiye süremezmiş gibi anlatıyordu bize. halbuki annem de ben de bunun on, on beş, en fazla bir ay gideceğini biliyorduk. Annem bir şey söylemezdi, gülümserdi, başka konulara geçmeye çalışırdı. Lakin kadın ciddiye alınmak ister, bu müjdeyi gerçekten paylaşmak ister, yorulana kadar anlatmak anlamak anlatmak isterdi.
erkenden öldü. ben ilkokula başlamamıştım henüz. ona kimse inanmadığı için mi nedir, kızdı ölüverdi sanki. İşin tuhaf yanı kocası onun vefatından sonra içkiye ettiği tövbeyi bozmadı. güzel bir yaşlılık geçirdi evlatlarıyla. Çocukların hepsi de acayip vefalı çıktılar haklarını vermek lazım. Ayşe teyze iyiydi be. ona fatiha okusak ne şeker olur di mi?

14 Nisan 2009 Salı

Kazığa Geçmek

Karnım burnumdayken Kızılaydaki sahaflardan birinde İvo Andriç'in Drina Köprüsünü bulmuştum. Sahaf anasının gözüydü. Hamile bir kadını kazıklamaktan hiç endişe duymadı. Ben de bu işlerden anlamayan, hamileyken yapacak işi olmadığından kitap alan, şapşal görüntümü üzerimden silkelemedim. üşendim. aman bir de bununla mı uğraşacaktım yani. epey para aldı benden. helal olsun.

Kitap zaten merak ettiğim bir kitaptı. Ben sevdim. okumadan da seveceğimi adım gibi biliyordum. şimdi de sizinle kitaptan öğrendiğim bir bilgiyi paylaşmak istiyorum.

Bir isyan esnasında isyankarın teki ele geçiriliyor - her isyanda bu olur, asıl isyankar bulunmasa da bu isyankardır deyip birini sallandırmak gerekir- neyse adam kazığa geçiriliyor. ben yıllarca insanların bu işlem başlatıldığı esnada öldüğünü zannediyordum. kitaptan öğrendim ki olay hiç de öyle değilmiş. Maharet kazık varacağı son noktaya gelene dek kişinin canlı tutulmasıymış. İç organlara zarar vermeden ustalarınca- bunlar da nedense her devirde çingeneler oluyor- geçiriliyormuş kazık. Kişi bu halde üç hatta dört saat bile yaşıyormuş. Aklıma Braveheart geldi hemen. Mel Gibson'un yüzü. demek ki orada da aynı usul geçerliydi. Ben de filmin cakasından zannediyordum. Lan ne kadar bilmediğimiz şey var ha.

8 Nisan 2009 Çarşamba

kafam güzel

"normal sınırlarda kranial MRG tetkiki "bugünü, sadece migren hastası olduğumu öğrendiğim için sevinçle dolduğum gün olarak buraya işaretliyorum. nasıl çıkmışım ama? tümörsüz mümörsüz cillop gibi :))

7 Nisan 2009 Salı

tenha

acaba evlenince mi dininin yarısını tamamlamış oluyor, onu sürdürdüğünde mi?
sürdürmek nasıl bir şey? sürüklemek gibi mi? sürmek gibi mi?
kirke ne demişti?

çok fazla cümle duydum. hepsi aklımda değil malesef. şu anda hiç duymadığım yahut duyup da unuttuğum bir cümleye ihtiyacım var. gözlerimin dolmasına ve kalbime batan şeyin batışına mani olabilecek..

"bir ihtiyar kadın düşünüyorum. açık renk kıyafetler giyinmiş. başındaki kocaman hasır şapkasının altında güneşten gizlenip yol yol açtığı toprakta su akıtarak sebzelerini ve çiçek tarhlarını sulayan. o ihtiyar kadına bakan herkesin tek bir nota gibi sürüp gittiğine emin olmalarını düşlüyorum hayatının. ihtiyar kadının bunun böyle olmadığını ima bile etmediğini düşünüyorum. kırışmış ellerini ıslak toprağa daldırışını tırnaklarının arası simsiyah toprakla dolu olarak geri çıkarışını görür gibi oluyorum.

kadın evin duvarındaki çeşmede ellerini yıkayıp hemen yanıbaşındaki fırçayla da tırnaklarını fırçalayıp içeri girsin. bir cam fincana çay doldurup evin önündeki koltuğa otursun. tek bir nota sürüp gidermiş gibi. 'la' notası..

baksın etrafına, kalabalık olsun. baksın içine, tenha."

6 Nisan 2009 Pazartesi

seyr et

9.4.2009/mehtap tv/günışığı

ekmek teknesi ne güzeldi yahu

ekmek teknesi pazartesileri yayınlanıyordu. biz pazartesiyi aslında hiç sevmiyorduk. ama akşam ekmek teknesini seyredeceğimiz için pazartesileri aslında hiç sevmediğimizi filan unutuyorduk. osmanın da benim de ailemiz uzaktaydı. ekmek teknesini seyredince evimize gitmişiz gibi oluyorduk galiba. bana öyle oluyordu. osman da epey memnun görünüyordu. kirliyle cengize bayılıyordu özellikle. ben hepsine bayılıyordum. ekmek teknesini yaratan rabbime şükredip duruyordum.
bu akşam trt6'da sanıyorum ilk bölümüne rastladım. heredot cevdet nuh tufanını anlatıyordu. "hepsi suyun altında kalmışlar, çoluk çocuk kadın erkek hostes mostes..." :)))
çok özlemişim, gözlerim doldu. yeniden seyredeyim bari bir yerlerden bulup.

bu arada mr hala korkunç bişey. ama gözünü kapalı tutarsan daha az mezara benziyor.

2 Nisan 2009 Perşembe

uzaklardaydın oracıkta öbür kıtada

ben aslında her şeyin başı sağlık değildir, hiç değildir bu gün bunu yazmak istiyorum. bugün biraz da dikiş dikmek geçen hafta biçtiğim eteği bitirip giymek istiyorum. o cemal süreya şiirlerinden en çok aklımda kalanı kuşlar toplanmışlar göçüyorlar olmuş. ama az önce baktım eş değeriyle yanyana'yı da ve iki kalp arasında en kısa yol'u da baya kazınmış buldum zihnime.
evet her şeyin sonu bile olabilir sağlık. bir açıdan bakarsan. bir açıdan bakarsan eksik görürsün, başka açılardan da bakarsan daha iyi olur.
şimdi daha iyiyim. nasıl oluyor bunlar. biraz daha vaktim varsa isterim ki bir işe yarasın. Allah'ım bir işe yarayayım lütfen ben.
biz ann arbor diye bir şehre gidecekmişiz. kışı uzun ve ağır geçen nehir kenarında bol sincaplı. bugün bize kevser geldi. balkonda çay içtik. zehra pembe kalemini balkondan aşağıya attı. sonunda bahar yeniden geldi. nisanın en güzel yeri istanbul.
iki çay söylemiştik biri açık
keşke yalnız bunun için sevseydim seni

28 Mart 2009 Cumartesi

ispirikçi

yoruldum.
uyumak, uyumak, uyumak istiyorum.
ne ebe olmak, ne de sobelenmek istiyorum.
ne soru sormak, ne de cevap vermek istiyorum.
bir karnıbahar gibi haşlanmak, üzerime limon sıkılmak istiyorum da, sıkılmak istemiyorum.
istemek istemiyorum, istememek istiyorum.
yine de istiyorum, hep istiyorum.

26 Mart 2009 Perşembe

3.84 GB

kotaya sıkışınca internet cidden sıkıcılaşabiliyor. hem de ay sonuna daha 5 gün var. mutfak işleriyle filan vakit geçireyim bari. kitap da okunablüp :)

24 Mart 2009 Salı

..aşktan, yaşamaktan..

ne zamandır uğraştığım halde ancak bu sabah dinlememin nasip edildiği sohbetten şayan-ı istima' şu cümleleri dün yazdığım şikayetvari yazıma cevaben alıyorum, buraya yazıyorum:

"Şikayet ayrılığın neticesidir ya da şikayet etmekle ayrılırız."

"...şikayet olmasa biz bu dünyaya nasıl kapılırız bir düşünsenize yahu! yani çocuğumuz bizi hiç incitmese, işimiz hiç bozulmasa, eşimiz hiç nankörlük yapmasa -nankörlük yaptığı için söylemiyoruz, senaryo yazıyoruz- bazı sıkıntılarımız olmasa, vücudumuza ağrı isabet etmese ayrılmayız oradan efendim, ayrılmayız! halbuki bu bir zulüm olur, haşa Allah Teala'nın bizi aldatması gibi olur..."

"...bazıları da Hz. İbrahim Halilullah olmadan veya Hz. Ebubekir Sıddık olmadan ateşe talip olurlar. Aman efendim hiç şikayet yok, şükür Yarabbi şükür Yarabbi, kanser oldum şükür, çocuğum kayboldu şükür denmez. herkesin bünyesine göre bir dua etmesi lazım..."

"...biraz dinlemek lazım ve hiç duymamak lazım. yevm-i mahşerde bile sorulsa bu kulunun ben senden şikayet ettiğini duymadım diye dinlemek lazım. bakın o da o zaman geniş bir denize sesleniyormuş gibi, böyle efendim boşluğa bağırıyormuş gibi bir şey hisseder yanındaki bulunan insan olduğunda. atar oraya, hiç şikayet ettiğini de düşünmez, hem de rahatlamış olur..."

bunun üzerine laz, "bu da bana ders olsun" demiş :)
o "boşluğa bağırma" şeklinde rahatlamaya ihtiyacım olduğunda yazıyorum aslında buraya. yanımdaki bulunan insan olduğu için... teşekkür ederim. sen de biraz dinle ve hiç duyma lütfen. üzüntü verdiğim için özür dilerim sevgilim.

23 Mart 2009 Pazartesi

mızmız

bedenimin sağlıksız olduğunu hissediyorum. yaptığım işler öncekine göre iki üç kat ağır geliyor. sırtıma iri bir hayvan leşi yüklenmiş gibi hareket etmekte güçlük çekiyorum. baş ağrılarıma burun kanaması eşlik ediyor bir süredir. sersemlik bütün hayatımı kapladı. belki beynimde tümör vardır. vasiyetimi düşündüm. iki şey var. gerisini pek umursamıyorum. herşey olacağına varır.

belki de bende pimpirik hastalığı vardır, kuvvetle muhtemel :) gene de beynimi bir inceleteyim. içim rahat etsin.

22 Mart 2009 Pazar

başıma vuran münir nurettinler, yahya kemaller..

ver sâki, tazelendir derdim
bu gece, ah bu gece

bir tek daha ver, sorma gelen
kim bu gece ah bu gece

bir tek daha ver sorma gelen
kim bu gece, kim bu gece

çok, pek çok uzak, gitmediğim görmediğim o güzel
bir yerden hasretinle geldin bu gece, ah bu gece

bu bezm-i ehl-i keder sürsün inşirâha kadar
piyâle ortada devr eylesin sabaha kadar

şerîatın ne mübarek nizamdır ey can
haram olan meyi tecviz eder mubaha kadar

bir tek daha ver sorma gelen
kim bu gece ah bu gece
-------------------

güfte: yahya kemal
beste: münir nurettin

17 Mart 2009 Salı

çayı haysiyetiyle içmek

haysiyetimi kaybettim şekerim. döne döne inen bir ağaç tohumu gibi, indi gitti. nerden bulsun toprağı, betona falan geldi heralde. şimdi tozlar içinde ordan oraya sürükleniyorsa ne ala, belki körolmayasıca çöpçülerden birinin bidondan bozma küreğinin içindedir.

günlerin birbirini kovalayıp aynı aynı devam ettiği rezil zamanlar şimdi bir hoş hatıra gibi kaldılar. bundan daha kötüsü var mıdır diye düşünecek halim yok bu raddede. düşüne düşüne başıma açtığım işler boyumu geçti.

bir tek rüyama tutunuyorum. öyle ki, o bana görünmedi mi, göründü. titreyerek kalkmadım mı, kalktım. o en talihli telefon konuşmasında anlatmadım mı, anlattım. aklımın çok ötesinde müjdeler almadım mı, aldım.

bir şey olacak. o tabir yerini bulacak.

ama nasıl, bilmiyorum hiç.

"bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsa"

16 Mart 2009 Pazartesi

doktor sana ne dedi üç yumurta ye dedi yedin mi yemedim ah kalbim vah kalbim ölüyorum doktorcum

2 Mart 2009 Pazartesi

kendi suçum

fena halde iştahım açıldı. ne bulursam yiyorum. fizik tedavici kıza sordum, "tedaviyle ilgisi yok; o sizin kendi suçunuz" dedi. eh uzman kişinin sözünün üstüne söz söylenmez :)

fizik tedavimle meşgul olan kıza yedi defa araba çarpmış sokakta oynarken çocukluğunda. birinde de üzerinden kamyon geçmiş. şimdi sapasağlam. hem de oldukça sevimli bir insan.

osman her gün öğlen iş yerinden çıkıp kliniğe kendi tedavisi için gidiyor. akşam eve girer girmez üzerini değiştirip yemek filan yemeden bu sefer beni götürüyor aynı kliniğe. ben tedavideyken de bekleme salonunda çocuklarla ilgileniyor. çok müşfik bir koca olduğu için teşekkür ederim ona ben. ama artık oflayıp puflamaya başladı. geçen hafta da ihsan 6. hastalık atlattı. sonra zehra grip oldu.

ıslak kek'in (nam-ı diğer brownie) içine bitter çikolata katınca fevkalade bir lezzet yakaladım. margarin sıcakken içerisine atıyoruz, eridikten sonra keke katıyoruz. şu anda da arpa şehriyelerin, içerisine bir parça domates salçası karıştırılmış tavuk suyu ve tavuk parçaları ile pilava dönüştürülmesi üzerinde çalışıyorum. pirinçsiz.

kadın olmanın çok zor olduğu vaziyetler: dün akşam, televizyonda görmeyeli neler oluyor acaba diyerek kumandayı elime alıp uzandım. zehrayla ihsan tepeme çıkana kadar geçen iki dakikalık zaman zarfında ajda pekkan'ın kadınların kariyer yapmaları gereği üzerine konuşmasına şahit oldum. para kazanamazsa kadının söz hakkının olmayacağı, hiçbir değerinin olmayacağı gibi şeyler çıkıyordu ağzından. diğer kadınlar da onayladılar.

torpil

nafiye teyzenin oğlu ali. benden 2-3 yaş filan küçük olması lazım. dün akşam başka bir takım akraba ile birlikte bizdeydi. çay sofrasında askerlikten bahis açılınca "benim torpilim yüksek yerden. askerlikten yırttım" dedi.
ali bir buçuk yaşındayken bir apartmanın altıncı katındaki evlerinin penceresinden aşağıya düşmüş. mucizevi şekilde kurtulmuş. ama kazada dalağı patladığı için askerlikten muafmış şimdi. "yüksek yer" dediği o yani...
bunun arkasından, divandan düşüp tam dokuz yıl bitkisel hayatta yaşadıktan sonra vefat eden başka bir çocuğun hikayesini anlattı başka birisi. çok geç olmuştu. hepimiz yattık.

bardağın dolu tarafıymış, yok efendim boş tarafıymış. sen hala kişisel gelişedur. dünyadaki bütün bardakların boş tarafları bir araya gelip gözüne girer bir gün. o zaman görürsün kimmiş dolu taraf.. fakat çok geç olabilir.
olmayabilir de.

üzmesinler hiç onu

bakıyorum bugünlerde hemen hemen bütün çocukların odası, oda takımları oluyor. oturma odasındaki şifonyerde giysilerimi koymam için bana mahsus bir çekmece ayrıldığında ilkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. orta birde de amcam kitaplarımı koyabilmem için seyyar iki raflı bir kitaplık yapmıştı. amcam marangoz. babam da o kitaplığı pembe kağıtla kaplamıştı. ödevlerimi de birinci sınıftan orta sona kadar 40'a-50 cm ebatlarında tepsi gibi bir tahtam vardı onun üzerinde yapardım, kucağımda. bazen yere yüzüstü uzanıp yerde yapardım.
elbiselerimi annem dikerdi. dışarıda açlıktan zıbarmadan yemek yemezdik.

bu sabah annemle konuştum. kulağına ulaşan bir dedikodu yüzünden keyfi epey kaçmış. yok efendim benim için yaptığı da çeyizmiymiş, utanmadan bilmemneyi de erkek tarafına aldırmışmış..
neresinden tutsan elinde kalır. ama bu vesileyle söylemeden edemeyeceğim bir şey var. anneme ne kadar müteşekkir olsam azdır. bizi yetiştirirken her zaman aza kanaatin bereket getireceğini, dünya malının saadetle yakından uzaktan alakası olmadığını, önemli olanın iman zenginliği olduğunu öğretmeye çalıştığı için ona müteşekkirim. malesef ben öyle dünyada hiç gözü olmayan bir insan olmuş değilim şu an itibariyle. ama çok daha vahim hallerde değilsem bunda annemin rolü herkesten büyüktür. harika bir insandır o. dedikodusunu yapan insanlar onun tırnağı bile olamazlar benim gözümde. sevgili anneciğimin yumuşacık bembeyaz o güzelim ellerinden öperim. canım o benim. Allah ona bütün evlatlarından hayır ve vefa göstersin. . hakkında konuşanlara da insaf ve akıl fikir ihsan etsin.

şunu da söyleyeyim, o hasta haliyle yaz sıcağında, hiç şikayet etmeden haftalarca çarşı pazar gezmişti annem benimle, istediğim hiçbir şey eksik kalmasın diye. ben onun ayağının altına paspas olsam yeridir.

ayrıca çeyizim de prenses çeyizi gibiydi :)

27 Şubat 2009 Cuma

somon balıkları

evet, somon balıkları.
nehir yukarı, nehir yukarı.

"mutlaka bir iz bırakacak"

19 Şubat 2009 Perşembe

'den beri

herşey değişik:
karla kaplı veya karla karışık.

18 Şubat 2009 Çarşamba

geçer mi?

insanın kendine ettiğini gerçekten de kimse edemiyor. etmek fiilini beğenmesem de burada başka bir fiil kullanamıyorum.
bir helezon, gözümün önünde beliren şey bu. baktıkça içine doğru çekenden değil, içine çektikçe gördüğünden..
bu da geçer.

6 Şubat 2009 Cuma

hastane havadisi

M-R korkunç bir şey, acayip gürültüler çıkartıyor. ama en azından ışık var ve bir süre sonra oradan çıkarılacağını biliyorsun. bir ara bayıldım sanırım.
ayrıca bende her zaman b12 eksikliği oluyor. o da ülser ve reflüden oluyormuş. unutkanlık, yorgunluk, kas ağrısı filan yapıyor. miğde hastalıklarımı seviyorum ama ben. bir de hiperaktivitemi çok seviyorum artık. hipertiroidi şimdilik yok galiba. tsh düşmüş gerçi. neyse amaaan.. bu sabah çay çok güzel olmuş. yarın da konya'ya gidiyoruz, grip mikrobu almaya :) yeterince portakal yersek vız geleceğine inanıyorum. dua edelim. her zaman.

5 Şubat 2009 Perşembe

"Biriniz kendisiyle cennet arasında bir arşın (ya da bir kulaç) kalıncaya
kadar cennetliklerin amelini eder de (bir arşın kala) bedbahtlık onu
yakalayıverir. O da cehennemliklerden olur. Yine biriniz cehennemle arasında bir
arşın (ya da bir kulaç) kalıncaya kadar cehennemliklerin ameline eder de (bir
arşın kala) sadakat ona yetişiverir. O da cennetliklerden olur"*

*Hadis-i şerif


şefaat

"Ey bu sohbette bulunan fakat kıyamet gününde ortada görünmeyecek
olanlar! Siz benden çok garip şeyler göreceksiniz. Ben münafıklar hakkında bile
tartışır (onların kurtulması için çabalar)ım, iman sahipleri hakkında ne
yapacağım dersiniz?"


S. Abdülkadir Geylani

12 Ocak 2009 Pazartesi

"benzemez kimse sana
tavrına hayran olayım"

10 Ocak 2009 Cumartesi

gül ezerler gül ezerler gül ezerler gül ezerler..

9 Ocak 2009 Cuma

"burada yarin görmeyen
yarın dahi ağma imiş."