28 Şubat 2011 Pazartesi

Saadettin Ökten burç fm'de Nurettin Topçu'yu konuşmuş 3 program boyunca. benim gibi hadsize düşmez ama, çok önemli insanlar bunlar. ne söylediklerine iyi kulak vermek lazım.

21 Şubat 2011 Pazartesi

men cale nale

cumartesi günü uyandım. uyandığımda saat 9 olmamıştı. gittim yüzümü yıkadım. sonra telefonum çaldı. açıp susturdum çalmasını. kardeşim konuştu. dedi ki "annem hastalandı. onu hasteneye götüreceğim. sen de gelir misin? saat onda emlakçıyla randevumuz var, geri dönmem lazım." "tabii, dedim. hemen hazırlanıyorum."

hemen hazırlandım. hazırlanırken hiçbir şey düşünmedim. sanki bir yere hazırlayıp koyduğum bir acil durum stratejim var. normal şartlarda gardrobun kapağını açıp melül melül kıyafetlere bakındığım halde, nasıl giyindiğimi anlayamadım. aynaya baktığımda farkettim ancak neler giydiğimi. sakin, ama çabuktum.

annem sık sık hastalandığı için, bu hem çok alışıldık bir şey oluyor hem de her seferinde korku dozu biraz daha artıyor. çünkü her seferinde kurtulunamayacak kadar ağır bir hastalığın altından kalkıyor. bir radde sonrası, bizi çok üzecekmiş gibi hissediyorum. dolayısıyla bir sonraki hastalık belki bir radde sonrasıdır düşüncesiyle, çok korkuyorum.

ama bu alışkanlık, acil hastaneye götürülmesi gereken bir anne varken evde, emlakçıyla olan randevuyu unutturmuyor. unutulmaması bir tarafa, her türlü işleyiş ona göre kolaylaştırılabiliyor. yani demeye çalışıyorum ki, şu annemin başına gelen rahatsızlığın onda biri sıradan bir insanın başına gelecek olsa, bütün sülale hastaneye toplanır, herkes her bir şeyini bırakır. bizde öyle olmuyor.

annemi merdivenlerden aşağı indirebilmemiz 25 dakikamızı aldı. sadece kardeşim ve ben vardık. muhtemelen evdeki diğer kişiler, benim evimde de olduğu gibi uyuyorlardı. onları uyandırmak aklımıza gelmedi. sessizce çıkıp gittik.

merdivenler bitip apartmanın kapısı göründüğünde saat 9:30 olmuştu. kardeşime dedim ki, "sen gelme. ben kendim götürürüm. emlakçıya geç kalmayın."

kardeşim evlenecek. emlakçıyla randevuları bu yüzden var. bir ev tutuyorlar.

o da "yalnız başına olman sorun olmaz mı? emin misin?" gibi sorularına gerekli cevapları aldıktan sonra bunu makul buldu.

annemle taksiye bindik. hastanenin ismini söyledim ve ekledim: "mümkün olduğunca çabuk!" diye. telaşlı değildim. endişeliydim ama telaşlı değildim. acil durum listesinde yazan yapılması gerekenleri yapıyor gibiydim.

annem nefes alamıyordu. nefes alıp verirken ağzının içinden düdük sesi gibi bir ses geliyordu. elleri, yüzü, aşırı derecede şişmişti. ara sıra kendinden geçiyordu.

sakince yanında oturdum takside. daha fazla nefes alabilmesi için onu kapıya yanaştırdım, pencereyi de epey açtım. alnını, ellerini sevdim yol boyunca. "az kaldı, biraz sonra hastanede olacağız" dedim ara sıra, sakin sakin.

gözüme çarpan ve garip olan tek şey taksi şöförüydü. arabayı gerçekten iyi kullanıyordu ve parasını ödeyen bir müşteri taşıyor gibi değildi, diğerlerine kıyasla. bir eşini, dostunu hastaneye götürüyor gibiydi.

yolda ablamla konuşup hastanede bizi bekleyen doktorun ismi, annemde gözlemlediğim durumlarla ilgili bilgi alış verişi yaptık. söylememe gerek yok. sakindik ikimiz de.

taksiciye parayı verdim, o paranın üstünü hazırlarken hızla inip bir tekerlekli sandalye kaptım, annemi sandalyeye oturttum, para üstünü aldım, teşekkür ettim, annemi acile taşıdım.

hepsi ama hepsi, önceden planlanmış ve defalarca pratiği yapılmış gibi. hiç bir tökezleme yaşamadan.

doktor geldi, üç serum deliği açtılar koluna. 4 tüp kan aldılar ayrıca. kalp atışları, tansiyon, nefes sayısı...

çekilebileceğim kadar kenara çekildim ki işlerini kolay yapsınlar, fazla uzağa gitmedim ki annem orada olduğumu bilebilsin. ara sıra alnını sevdim yine, yanaklarını... "daha iyi görünüyorsun şimdi" dedim.

Allah beni yalancı çıkarmadı. çok kısa bir zaman sonra gerçekten daha iyi görünmeye başladı. tansiyonu 22.5 olduğu halde.

annem hala hastanede. kardeşim o evi tuttu. ben de oturmuş blog yazıyorum.

iyi mi?

20 Şubat 2011 Pazar

radiohead'in tazecik albümü the king of limbs'in en güzel parçası give up the ghost, albüm çıkmadan aylar önce bir konserde bakın nasıl da harika bir şekilde söylenmiş:

2. little by little (oobliiiiigeeeyşııın koompliiikeeyşııın )
3. codex
4. lotus flower (klibi için spoiler: dünyanın en iyi şarkı söyleyen adamıyla en kötü dans eden adamı meğer aynı kişiymiş!)

gerisini ikinci defa dinlemem. ama bu dördü loop.

19 Şubat 2011 Cumartesi

bu aralar

geçen gün oğlumdan aygazın altını yakmasını istedim. zira açma hamuru yoğurduğum için ellerim müsait değildi. önce daha evvel bu işi yapmadığı için kabul etmedi. korktu. sonra kibriti çaktı ve aygazın altını yaktı. ardından da kibriti saklamak istedi. bir anı olarak. bense kabul etmedim. bana bir şeylerin saklanması hep acı verir. ardından çekiştiren milyonlarca el gibi. o da kibritin yanan yeriyle yazı yazmaya başladı. kibritcik bir süreliğine kalem oldu. sonra çay içtim. joranın aksine az çay içiyorum bu aralar. anne sütünü azaltıyor. çocukken ağlayan bebeğim vardı bir tane. yüz üstü döndürünce ağlıyordu. evimizdeki bebeğimiz de sürekli ağlıyor. sağa sola yüz üstü çeviriyorum. stop düğmesini arıyorum. gazlı bir çocuk. "botaş gibi" esprisi bile yapıldı hakkında. ama pek güzel. doğuştan saçları vardı. şimdi de tenten gibi yukarııya doğru uzuyor. kucağımdayken ona şarkılar uyduruyorum. bir sürü şarkımız var ortak. ortanca çocuğum ise büyük evimizi sürekli dağıtıyor. pasifik okyanusu gibi evimiz. bir sürü yaratık var içinde. döküntüler saçıntılar. pasifik okyanusu dünyanın yarısı kadarmış. derinliği ise... unuttum ama çok derin. ışık görmeyen karanlıkta yüzen canlılar varmış. milyonlarca. benim hayatımın da hepsini kaplıyor bu ev. hep evdeyim. dağınıklıktan korktuğum iiçin -büyür de beni yutarlar diye- sürekli ev toparlıyorum. halbuki geçen gün pazara çıktım. çok şaşırdım. evin dışında bir yere çıkmış olmak garip geldi. sevmedim. ankarayı sevmiyorum çünkü. ankaranın dışarısı bana çok kabuklu geliyor. kabuklu bir denniz mahsulü gibi. nazlı eray burası için kızkuru demiş. ona da inanamıyorum gerçi sen istanbulda doğ yaşa sonra gel yaşamının devamı için ankarayı seç. ama o siyasetede atılmıştı bir zamanlar. her şeyi bekleyebilirim yani.
sabah bir haber okudum.elif şafakla alakalı. yeni romanı için ingilteredeymiş. orada yazacakmış. bir roportajında kendisine çok anlayışlı bir eşi olduğu ima edilmişti. - sürekli bir orada bir burada ya kadın- o da çok sevdiğim bir cevap verdi. evlilik zor bir kurum onun gibi ben de anlayışlıyım ve ben de emek harcıyorum nevinden. hiç alttan almadı, ezilmedi, büzülmedi, ya ben biraz cinsim yazmam lazım o da beni çekiyor demedi kadın. kendine düşman değil. jora insanın kendini kendisinden çıkarmasından bahsetmiş. bence müthiş bir mısra olur bu. dehşet güzel. ama bu duyguya yabancı olanları kıskanıyorum. aslında son bebeğimle birlikte kendimi kargılamıyorum sanki. sanki. insanın bir avuç ateşin üzerinde yaşamaması güzel bir şeymiş. elhamdülillah.

iptila

çay severim. çayın kuru halde, yaş halde, demlenmiş halde kokusunu severim. şekeri karıştırılırken çıkan şıkır şıkır sesini severim. ocakta, sobada, piknik tüpünde tıngırdamasını severim. çay sohbetini severim. aç karnına çok içince miğdeyi kasmasını severim. sigarayla çok severim. tatlıyla severim, tuzluyla severim. gece, gündüz öğlen ikindi, saat üçe beşe bakmam severim. iftardan sonra bayılırım çaya. sahurun son saniyesini çayımın son yudumuna denk getiririm. oruçluyken acıkmam ama canım çay ister. çay verseler bir hafta filan yemeksiz durabilirim. çok açık ve çok koyu tercih etmem ama paşa çayına bile muhabbette kusur işlemem.
çay içeni severim. çay seveni severim. çay sevmeyenden haz etmem. çay sevmeyenden adam olmaz diye düşünürüm. en iyi adamlar çay sevenlerdir. istisnasını tanımam. çayı kahveye tercih ettikleri için ingilizleri amerikalılardan daha çok severim.
çay insanı mutlu eder, diriltir, zihin açar, ortamı güzelleştirir. ama bunları yapmasaydı da gözümde gönlümde yeri değişmezdi. canım çay. ne kadar acelem olursa olsun işime gücüme ara verip çay içmekte mahsur görmem. onu da yavaş yavaş, ama soğutmadan haysiyetiyle içerim. ocakta sıcak çay varsa bir bardak yanıma alıp evden öyle çıktığım zamanlar çoktur. içe içe giderim. çayın içinde bulunan l theanine maddesinin pozitif ruh halini destekleyen, stres gideren etkisi olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığını öğrenince, benim ondan şüphem yoktu zaten diye düşünürüm. ama biraz da sevinirim, çayın insanlığın gözünde kıymeti artar böylece diye. çünkü çayın iyiliğini isterim.
çocukluğumda yazları hakkı dedemin çay bahçelerinde çay toplardım. "dikkat dikkat çay alimevine araba gelmiştir" diye caminin minaresinden anons yapılırdı. topladığım çayları sırtımdaki sepete doldurup çay alımevine taşırdım halamla. kaç kilo çay topladıysam hakkı dedem o kadarlık harçlık verirdi. alımevinden dönünce arka bahçede çay içerdik. güneş karadenize batardı. enfes bir şekilde. allah rahmet eylesin, hakkı dedemi çok severim. o bahçeden geçen, orada benimle oturup çay içen, her hangi bir yerde benimle oturup çay içen herkesi -ama az ama çok- severim.
bazen çay fidelerinin üzerinden bayır aşağı yuvarlanırdım. elim yüzüm çizilirdi. o yaralarımın izlerini severim.
seninle yeniden karşılıklı oturup çay içeceğimiz günün hayalini severim. seninle yeniden oturduğumuz zaman karşılıklı, içeceğimiz şey çay olacağı için çayı severim.

15 Şubat 2011 Salı

osman

sofrada bana bir parça karnıbahar turşusu uzatarak sevgililer günümü kutlayan bir adamla evliyim. tabağındaki turşuların arasından en sevimlisini seçmeye çalışırken ne kadar sevgili görünüyordu bir bilse!

külah

ateistlerin bir kısmı müslümanların büyük bir kısmından daha çok Allah'la meşgul oluyorlar. ömürleri senden benden daha fazla Allah'la geçiyor.
sahiden Allah'ın olmadığına inanabilen, bu konuda içinde hiç şüphe kırıntısı kalmaksızın mutmain olabilen birisi var mı acaba?
vardır belki.

inanmakla inanmamak da acayip şeyler. gidip gidip bir noktada yani en o bıçağın ince yerinde ya da ipin üzerinde yürürken -güzel bir metafor uyduramadım, anla sen onu- ya o tarafa ya bu tarafa düşmek gibi. ama o ana kadar aynı. düşmek diyorum bak. ikisi de bence istemsiz oluyor. sebepsiz olduğuna inanmıyorum ama o anda yapılan bir tercih değil, bir düşme.

osman'ın tweeter hesabından otisabi'nin yazdıklarına bakıyordum, oradan geldim buraya. john lennon'ın jealous guy şarkısının sözlerindeki guy'ları god diye okuyunca çok anlamlı oluyormuş diye yazmış. daha önceden ekşisözlükte okuduğum pek çok yazısını düşündüğümde farkına vardım ki adamın Allah derdi bitmek bilmiyor. sahiden benden daha fazla meşgul oluyor Allah'la. aptal adamın ateizmi de aptal adamın dindarlığı da benim için aynı. ama aklı çalışan ateistle karşılaşınca korkuyorum. hayır ateistten korkmuyorum. ateist olmakla olmamanın akılla filan alakası olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek korkutuyor beni. külah kafaya yapışık değil ya.

Allah hidayet üzere olanlarımızı hidayette sabit kılsın, olmayanlara da hidayet nasip etsin.
mübarek kandil günü. tebrik ederim.

13 Şubat 2011 Pazar

bana iyi bi kafa lazım

eski kafamı çok özlüyorum. şimdiki tam bir piece of shit.
akıl, havalanana kadar pistte gitmeye yarayan tekerleklermiş ya sonra gönül kanatlarıyla uçulurmuş. öyle diyorlar. ben pistte paslanmakta olan bir uçağa benziyorum.
akıl karıştı karıştı durdu. kalp zaten.

32 yaşıma geldim. hala böyle bir ergen bunalımları.. keşke insanın kendisi hayatından çıkarabildiği birisi olsa. işte tam da bunun gibi şeyler.
sabah fahri diye bir adam var. göğsünde ciğer yok, atmosfer var. adeta.

2 Şubat 2011 Çarşamba

karakter

evde ikimiz vardık. yani bir o bir de ben. epey de eğlenmiştik. bir o bir ben. bir deney yapayım dedim. bir ara sınav kabilinden. düpedüz gerizekalılıktı bu. ah hayır, rica ederim. öyleydi.

ahmet'i üzdüm.

aslında amacım apaçık üzmekti onu. ama sonra izin verseydi, bütün üzüntüsünü geri alıp büyük bir de mutluluk verecektim ona.

izin vermedi.

düpedüz ahmaklıktı bu.

sonra gönlünü almak için bir iki cümle kurdum. o, daha önce görmedim bir tavır ve ses tonuyla, şöyle dedi:

"annem olduğun için affediyorum. ama başkası olsa etmezdim."

oy ki ne oy. dangalaklığa bak. karşındaki kim, tanımıyorsun bile bre gafil! sen onu sünger bop seyrediyor diye ne sandın?

düpedüz çuvalladım. işte tam yedi sene altı ay on gün sürdü.

1 Şubat 2011 Salı

başlık şart değil, isteğe bağlı, başlıksız da yazı olabilir, başlık koyacaz diye ekrana bi saat boş boş bakmaya gerek yok

vallahi ömrümden yedin thom yorke. bi nebze yaşam enerjim kalmıştı onu da sen tükettin. umut sarıkaya az bile demiş. bir iki horon dinledim de kendime geldim. neyse ki laz bir insanım. oh be beynime kan yürüdü. işim var gücüm var yahu. anayım ben ana! bugün aile müessesesi kuru bisküviyle dönmüyor. bi sebze çorbası çok önemli.