20 Aralık 2011 Salı

"rönesans platoncusu" kulağa biraz küfür gibi mi geliyor ne? "hadi ordan rönesans platoncusu seni" şeklinde cümle içinde kullanası geliyor insanın. yalnız mıyım?
of çok yalnızım allahım ya.

19 Aralık 2011 Pazartesi

aran kazak

irlandanın aran yöresinin halkı vaktinde balıkçılıkla geçinirlermiş. erkekler balığa çıkar, kadınlar kendi koyunlarından elcağızlarıyla eğirdikleri yünlerden kocalarına kazak örerlermiş. balığa çıkınca üşümesinler deyu. bunlar son derece karmaşık motifli, öyle benim diyenin kolay kolay öremeyeceği türden kazaklarmış. kazakta kullanılan her bir motifin bir anlamı, her klanın kendi kazak örneği varmış. ailenin kadınları nesilden nesile bu örneği aktarırmış. bizdeki kilim şeysine benziyor biraz. gerçi bizde kilim yok aslında. keşan var. o da hepsi bir. neyse işte anadoludaki kilim diyeyim.
işbu aran usulü kazaklar şimdilerde iyi para eden turistik objelere dönüşmüş haliyle. ama bende para verip alacak göz var mı? yok. göz varsa da para yok zaten. onunçün ben kafama koydum kendi aran kazağımı kendim öreceğim. hayır osmana örmeyeceğim. ne zaman balığa çıkar eve iki hamsi getirir o zaman düşünürüz.


çeviriyi yetiştirmem gerekiyor ya ondan oluyor hep bu öresim gelmeler filan.

bi baktım ki

google şımarığı olmuşum ben. bi şeyi arayıp da bulamayınca fena halde bozulup sinirleniyorum.

13 Aralık 2011 Salı

misafir ne anlatmaz

dün misafir olarak maliye müdürünü ağırlayınca halkımızın maliye konusunda ne denli zeki olduğunu öğrenme fırsatı bulduk. bu amcaların vanda hizmet ederken yaşadıkları bir olay hakikaten paylaşmaya değerdi. zira koptuk. efendim malınız mülkünüz eğer akrabanız yoksa siz diğer tarafa göçtüğünüzde otomatik olarak maliyeye kalıyormuş -Akraba edinin zira o mal mülk sonra maliye lojmanına dönüşüyor- vanda 9 numaralı dairede bir amca diğer aleme göçünce altı numaradaki aklı evvel zat, hem cesedi hem eşyaları kendi dairesine taşımış. kendi eşyalarını da dokuz numaraya çıkartmış. sonra eline almış alet çantasını kapıdaki dokuz numarayı altıya altı numarayı da dokuza çevirmiş. eh dokuz numara daha havadar daha geniş hem de daha yeni... müfettişler evi almaya gelince dumura uğramışlar. Adam ısrarla bu ev benim deyip duruyormuş. dokuz numaranın neden alt katta altı numaranın neden üst katta olduğunu sorunca da "keyfimizden size ne" diye yanıtlıyormuş. hasılı bu pek zeki beyefendiyi havadar daireden çıkartmak devletimizin dava üstüne dava açmasıyla tam üç sene sürmüş. duy da inanma

9 Aralık 2011 Cuma



bu halıyı almak için yapmadığım kalmadı. dedektif oldum. sinopta hiçbir halının royalle çalışmadığını öğrenince samsundan sipariş ettim. samsundaki amca bir ay oyalayınca, firmanın deposuna ulaştım. "hepsi yeni bitti" dediler. bitmiş bitmiş... ocaktan sonra yeniden deneyeceğiz şansımızı. ah halı bana neler ettin.

8 Aralık 2011 Perşembe

çile bülbülüm çile

uykum var. neşem yok. neşem olsa, uykum olmaz mıydı acaba?

şimdi bir sese, soluğa ihtiyacım var. hiç yok onlardan burada. olsaydı, ihtiyacım olmazdı.

"cehalet, mutluluktur." derler ya, bu kelime seçimleriyle tam katılmasam da, üzerine düşünmeden de duramıyorum. şu anda bildiklerimin bazılarını biliyor olmasaydım, daha mı mutlu olurdum acaba?

oysa, hapı yuttuk. kırmızı kırmızı.

bu aralar her şey, her şey gibi.

-----

sevgili sevgililer, bir diğer hiçbir şey anlatmadan her şeyi anlatma çabalaması yazımızın da sonuna gelmiş bulunuyoruz. esen kalın.

21 Kasım 2011 Pazartesi

müneccim tercüman

google translate çeviri yapınca neden komik oluyor biliyor musun, metni anlamadan çeviriyor da ondan. yani çevirdiğimizi anlamamız lazım ki sonuç komik olmasın. güzel olsun, orijinal manaya muvafık olsun.
ama "frithjof schuon"u anlayan beri gelsin. ne yer ne içer onu sorcam. (yoğurtsuz mantı, tereyağsız iskender filan gibi çok keyifsiz şeyler olduğunu zannediyorum menüsünde!)


19 Kasım 2011 Cumartesi

Orda bir koy var uzakta

Biraz korkusuz biri gibi gorunebilirim belki, ilk bakışta. Öyle olmadığına sizi temin ederim halbuki, son tahlilde.

Bundan birbucuk sene oncesinden birbucuk sene oncesine kadar olan biten bir şey vardı. Bazı olan seyler oldururken bazıları ise bitiriyor azizim insanı. Bendeki de öyle bir şeydi iste, bitiren cinsten. Bitmeden ölmeyi istemediğim kadar ölmeden bitmeyi de istemediğimden kastım catlarimi. Öyle korkutucu göründüm ki gözüme kaslarımı çatınca ağzım yüzüm o kelimeler gibi birbirine girdi. "orda dur!" dedim ona. O aynadaki garabet yaratığa.

Öyle korkunçta ki dostlar; dost basa, düşman ayağa.. Duruverdim orda.

17 Kasım 2011 Perşembe

saz söz sünnet olaydı

misafir olduğumuz evin sahibi saz çaldığı için ona dini açıdan "mahsurlu" bulunlar varmış. amcamıza: "var mı dinimizde böyle bir şey, peygamber saz çalıyor muydu" diye söylenmişler. amca da " iyi ki çalmıyordu, çalsa sünnet olacaktı sizin gibi yeteneksizlerde alacaktı ele tıngır mıngır çalacaktı. her evde bir saz. çık bakalım işin içinden, öğrenebilir misin, kulağın var mı hiç önemli olmaz. sünnet mecburen hepimiz yapacağız" ikna olmuşlar mı? olmazlar mı?

3 Kasım 2011 Perşembe

bir kitap

mesele douglas adams olunca iyi yazayım istediğimden 10 gündür filan erteliyorum bu kaydı. artık unutma kaygısı içimi bürüdü, iyi kötü yazayım bari. douglas adams çok dahi bir insan. okumalara doyamadığım, cümleleri aklıma geldikçe olur olmaz sırıtakaldığım birisi (hatırlayamayanlar için otostopçunun galaksi rehberi ipucunu vereyim; o nasıl olur douglas adams nasıl hatırlanmaz diyenlere de buradan en samimi hürmetlerimi, küçüklerse gözlerinden büyüklerse ellerinden öperek sunarım) şu anda the long dark teatime of the soul'u okuyorum. ama burada bahsetmek istediğim kitabı john lloyd diye bir adamla birlikte yazdığı the deeper meaning of liff. bu bir sözlük. aslında var olmayan ama olsa çok iyi olacak kelimeler sözlüğü. harika bir fikir.kütüphanemde bulunmasını delice arzu ettiğim bir parça. şimdilik kindle'a indirdiğim trial versiyonla idare ediyorum.
kitap ilk önce 1983'te the meaning of liff şeklinde yayınlanmış, 1990'da genişlemiş versiyonunun başlığına deeper ibaresi eklenmiş. yukarıdaki bilgileri bana sağlayan google'a bakarsak türkçe tercümesinin ise halen namevcut olduğunu görüyoruz. son olarak sözlükteki en sevdiğim kelimeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

abalemma: the agonizing situation in which there is only one possible decision but you still can't take it.
(ortada verilebilecek tek bir karar olduğu halde o kararı bir türlü verememenin ıstırabı)*

*Ç.N.: doğru düzgün çeviremedim, affola.

bu polo ne kadar berbat bi sigara ya

hiç bitmeyen mesai

ben de istiyorum akşam eve geleyim. hanım sofrayı kursun. üstüne bi çay demlesin.
vahşi değil hür

babam kapkaççılar çalmasın diye iç cebine dikmişti beni
kim çıkarıp “hep aynı gün” isimli konserve kutusuna koydu
gözlerimdeki siren seslerini hangi ilaç tedavi etti
halbuki ben otuzumdan önce
dünyanın üzerine sprey boyayla “isyan” yazacaktım
babam şahittir, yerçekimini ayaklarımdan kazımıştım
babam şahittir, paraşütle bir şiirin içine atlayıp
sustalıyla girişmiştim kelimelere
sonra bir şey oldu
kırışık giderici kremleri hayatıma sürüp
dümdüz bir yaşamı sımsıkı giydirdiler
ehliyet kemerleriyle boğmaya çalıştılar beni
bağırdım
ocağın altını kısar gibi sesime dokundular
bağırdım
dudaklarımdan küfürleri kerpetenle çektiler
işkence izlerime bak: taksitler ve krem rengi koltuk takımı
savaşta bir erin yazdığı mektubu
öğrencilerine kötü gramer örneği olarak okutan öğretmenle
aynı artık fikirlerim
halbuki babam şahittir
eskiden bir dikişte hürriyettim

1 Kasım 2011 Salı

16 Ekim 2011 Pazar


ashab-ı kehfin resimleri de bitti. nedense hep resimler yazılardan güzel oluyor

7 Ekim 2011 Cuma

bizim beşiktaştaki ev sobalıydı. salon kapalı dururdu, orayı ısıtmazdık. "ön taraf soğuk yer" derdik salona. arka tarafta sıcak sıcak otururduk. ben pek oturmazdım. hala da yapamıyorum. şimdiki evimiz de akşamları serin oluyor, elektrikli radyatör yakıyoruz. salonla mutfağın olduğu kısmı kapatıyorum. oradan aklıma geldi. ebru hep kitap okurdu çocukken. ahmet uslu uslu oynardı. düşünce filan hiç ağlamazdı. tosun gibi bişeydi. o ikisinin gözlükleri vardı, benim yoktu. annem yatmadan önce sütlü kakao yapardı, şıkır şıkır koridordan karıştıra karıştıra gelirdi. kar yağınca yıldız parkına kaymaya giderdik. çöp torbalarıyla kayardık, kızağımız yoktu. dönüşte saray pastanesinde sahlep içerdik bazen. balkondan tanıştığımız komşularımız vardı, elifler. elifin cemlekerem diye iki tane erkek kardeşi vardı annesi onları kız olsun istemiş, olmayınca saçlarını uzatmış örmüş filan küçükken, resimlerini görmüştüm.

4 Ekim 2011 Salı

appear online to everyone

bugün günlerden salı. bişeyi beceremeyince hiç şaşırmıyorum. ben nasıl oldu da bunu yapamadım diye bir soru aklıma gelmiyor. becerebildiğim şeylere ise şüpheyle yaklaşıyorum.
yarın günlerden çarşamba. pek bi hareket olmaz. öbür gün perşembe, hareketten benim nasibim pek olmaz. sonra günlerden cuma i'm in love. the cure ya rabbi, where is it? sapıttım gidiiyoorum bahtımın rüzgaarı..

28 Eylül 2011 Çarşamba

şekerim sonbaharın içine sinopu at da karıştır. bak amma balık çıkıyor. deniz manzaralı balkonuma beklerim. sinop vasati kırk çöp, istanbuldan dokuz ankaradan yedi saat falan. korkma sönmez bu otobüs yolculuğunda gözlerindeki ışıltı. zira sinopta hayat pek bıcır bıcır ve parıltılı. (gerçi bunu yazan hala ev yerleştiriyor)tırım tırım. yorgunum dostlarım. neden evimde kitaplık yok da kütüphane var. her taşındığımda altında kalıyorum. yorum.

sonbahar hakkındaki düşüncelerimiz

sonbahar hakkındaki düşüncelerimiz, bizim sonbahar hakkında düşündüğümüz şeylerdir. ağaçların yaprakları sararır, rüzgar eser, hava serinler, yağmurlar yağar.

sonbahar, yaz mevsiminden sonra gelir. arkasından gelecek olan kış mevsimine bir nevi alıştırmadır.

ben sonbaharı çok severim. yerden yaprak toplarım. bir de hasta olurum.

ben şimdi hasta oldum. öksürüyorum ve vücudumdaki kas yapısı ağrıyor. annem olsaydı yataktan kalkar kalkmaz üzerine yelek giymediğin için böyle oluyor der, beni ikaz ederdi. annem var. şurda oturuyor. bazen kalkıyor, mutfak lavabosunda domates yıkıyor, sonra gelip yeniden oturuyor. domateslerden yemek yapıyor. annem, hemen her yemeğe domates koyuyor.

domatesler şimdi çok lezzetlidir. çünkü çanakkale çıktı. çanakkale bir yere girmişti de şimdi çıkmış oldu gibi algılanmasından çok korkuyorum bu cümlemin. çünkü, şimdi çanakkale çıktı demek, çanakkale domatesi çıktı demektir. o öyle söylenir.

pazardan domates alıp, onları rendeleyip buzluğa koyabiliriz. o zaman canımız istediği zamanlarda o rendeyi çıkarıp sütlü domates çorbası ya da menemen yapmak için kullanabiliriz. evde bu gibi hazırlıklar yapmak evi canlı tutar. reçel de yapılabilir. domatesten reçel yapılmaz. incirden yapılır.

incir çok lezzetli bir meyvedir. kabuklarını soyması zordur. zorluğuyla güzeldir. ama bazı kimseler kabuklarını kolayca soyabilir. onlara zorluğu kolay, güzelliği yine güzeldir.

sonbahar gelir, sonbahar gider.

buralara kimse gelmez oldu. sayfa biraz harf görsün, açlığı gitsin. gelenler güzel yazılar yazabilsin. sayfa harfleri yutmasın diye.

gut bay.

21 Eylül 2011 Çarşamba

sahiden -2-

sigara zararlıdır. ama güzeldir.

19 Eylül 2011 Pazartesi

ihtiyacı olanındır


you traveled far
what have you found
that there's no time
there's no time
to analyse
to think things through
to make sense

10 Ağustos 2011 Çarşamba

en derun

ahbap amcası çocuğa "hayatın gerçekleri" dersleri vermeye başlamış. geçtikleri birinci dersin tek maddesi var: "rüzgara karşı parfüm sıkarsan gözüne kaçar."

--------------

o eve geldiğinde bir gül kokusu sarıyor her yeri. misle uğraşanlar mis, pisle uğraşanlar pis kokarlar.

--------------

ramazan için söyleyeceğim bir şey varsa o da şudur: merhaba.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

hiyeeeeeyyt ülen!

26 Temmuz 2011 Salı

zibidiyar

gittabi

mahdum ve kerime

ayşenin kızı ağlıyor. düşünüyorum ki, belki de hayatının bütün ağlamalarını bebek yaşta bitirmeyi planlıyordur. ayşe'nın kızı bu, beklenir elbette. onun için durmadan dinlenmeden ağlaması gerek. hazır ne yaparsa yapsın kendisinden vazgeçmeyecek bir insanı yakalamışken. onu ta içerden yakalamış aslında. içine hakim olan bir çocuk dışında iken seni parmağında oynatabilir. bilir.

ayşenin kızı ingilizce konuşuyor. karşı karşıya gelsek bir kaç kelam edemeyiz belki diye endişeleniyorum. ama evcilik oynayabiliriz. senkyu derim ona ben.

benim oğlum ve kızı ağlayan ayşenin oğlu mucit olmak istiyor. aynı ellerle dünyaya teşrif ettikleri için olabilir diye düşünüyorum. doğum doktorunu azrail kadar önemsiyorum.

ayşenin oğlu büyümek istemiyor. bense büyümek istemeyen bu çocuğun 'adam' olduğunu görmeyi çok istiyorum. derinliğinden umutlanıyorum.

ayşenin ortanca çocuğu, oğlu, gülümsüyor. hepimize.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

23 Temmuz 2011 Cumartesi

ayşe

orada, üsküdar'daki eminönü iskelesinin önünde dikilmiş bekliyordum. canım volta atmak istemiyordu. büfenin önünde oturup bir limonata içmek de. kenardaki küllüğün yanında bir sigara tellendirmek, banka oturmak, telefonumu kurcalamak ya da herhangi başka bir şeyi. orada öyle dikilmiş bekliyordum. sağımdan solumdan inanlar geçip gidiyordu. hiç kimse biri değil, herkes hiç kimse. beklemenin verdiği memnuniyetle, yıllardır hep bekliyor olmanın geldiği, birikip sığıştığı dakikalarca. sadece bekliyor olmanın verdiği hazla. onu bekliyordum.

o.

geldi ve şenlendirdi bizi.

22 Temmuz 2011 Cuma

30 Haziran 2011 Perşembe

yoldayım, geliyorum.

11 Haziran 2011 Cumartesi

çalıntı

JAPONLAR NEDEN ÇİFT İSİM KULLANIR?
Japonlar da iş hayatında gerçek adlarından başka bir ad kullanıyorlar. Mesela benim adım Mehpare, işte kendimi Aslı diye tanıtıyorum ki iş hayatımla özel hayatımı ayırabileyim. İş toplantısında oturma protokolü de çok önemli Japonlarda. Bir sanat eseri, bir heykel ya da bir çiçek aranjmanı oluyor genelde toplantı odasında. En önemli müdür sırtı bu sanat eserine dönük olarak oturuyor ve onun bir parçası oluyor. Yani herkes müdüre bakarken bir yandan da sanat eserine bakmış oluyor. Yeni mezunlar ev kiralayabilecek kadar maaş alamadığından şirketler onlara yurt tahsis ediyor.

9 Haziran 2011 Perşembe

aa naber migren? ne zamandır görüşemiyorduk. geç otur başımın üstünde yerin var. gene de vakitlice kalksan iyi olur. o baş bana lazım da.

8 Haziran 2011 Çarşamba

anneleri hep anneler doğurdu - safkan

galiba üç hafta oldu, annem hastaneye yatalı. üç haftadır çok zor anlar yaşadım. içimin dışıma çıktığı, dışımın kaybolduğu anlar oldu. bunların yanında hiç de az zor olmayan bazı zamanları da annemin hastanede olduğunu öğrenen yarenlerimin "nesi var?" sorusuna cevap vermeye çalışırken yaşadım. evet, hala yaşıyorum.

annemin bu dünyaya ait olan vücudu neredeyse iflas etti. önce böbrekler yapmaları gereken şeyi yapıp vücudundaki suyu süzmediler, annem şişti. içi su dolu bir balon gibi oldu. o su, kalbine baskı yaptı, kalbi bi garip atmaya başladı. o su ciğerlerine toplandı, nefes alamamaya başladı. bir insanın tansiyonu 26'ya çıkar mı? anneminki çıktı, yoğun bakıma kaldırıldı. şekeri 35'e de düştü, 500'e de çıktı. böbrekleri kan üretmedi, vücudu kansız kaldı. yoğun bakımda çok kalmadı annem, bi müdet sonra çıktı. diyalizle tanıştı ama şimdilik beraber yaşamıyorlar. vücudunda bir yerlerinde bir enfeksiyon var mesela. nerede olduğu bulunamıyor. ilaçları sırayla deniyor doktorlar. az dozlarla. hangisine cevap verirse onunla tedaviye devam etmek istiyorlar.

annem bir ara rüyalarla gerçekleri karıştırdı. bir nevindir bir kabustur aldı gitti. biz hepimiz, onun kabuslarına saygı gösterdik. sadece o görmüyor, hepimiz görüyor biliyormuşuz gibi hissettirdik. yoksa annem bize çok kızdı.

sonra toparlandı biraz. ama ruh hali, allahım ben annemi daha önce hiç, böyle hiç görmedim. annem bir pamuk helvaya dönüştü. sağ elimin üç parmağıyla koparıp koparıp yemek istediğim bembeyaz bir pamuk helva oldu annem.

ben onu çok seviyorum.

3 Haziran 2011 Cuma

regaib

jora,
senin rağbetin neye? ya da:
senin bir rağbetin var mı?

21 Mayıs 2011 Cumartesi

kovkovski

bana benzediğini pek sanmıyorum aslında. fakat bağları akrabalığın, ırkın özellikleri, odur budur, falan filan sebebiyle, benziyor sanki, hay aksi!

bir teselli ver, nırım nırım, bir teeeesellii ver....

19 Mayıs 2011 Perşembe

babaneşi tolipe

gözlerim -giderek daha çok- babanemin gözlerine benziyor. deli gibi yağmur yağıyor. pencereden seyrediyoruz, ben ve babanemin gözleri.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

hırpız

çocukken bir tanıdığın evinde, o tanıdığın çocuğunun oyuncaklarıyla oynuyorduk. bir şey gördüm. renkli minik bir oyuncak. benim olsa ne güzel olur. bana kalsa. akşam yatarken ona baksam. yastığımın altına koysam. aa bir de bakmışım oyuncak cebimde. ne fena ama ne de güzel bir duygu. dün gece seksen yaşındaki dedemiz oğlumun oyuncaklarından birine baktı baktı ve onu gizlice koynuna soktu. yani sokmuş. hanımı sen ne yapıyorsun diye gülerek sorunca hem güldü hem de kızdı. onu eve götürmek istemiş. hayat başa sarıyoor arkadaşlar.

15 Mayıs 2011 Pazar

?

ya hala klavye kullanamıyorum yalnış tuşlara basıp duruyorum. geçen gün bir film seyrettim. adam insanların alt kişiliklerini gören bir dedektifti. mesela iri yarı bir adamın içinde çaçaroz bir kadın, yeni mezun bir polisin içinde küçük bir erkek çocuğu, çok güzeldi. klavyeyi doğru kullanınca dahasını da yazacağım
aşık maşuğu buldu
seyretti bum bum bum
(baki sami beyin okuduğu ilahi tam olarak böyle anlamış ve içinde bum bum bummmmm diye bağırarak okuyordu. ben gülünce o da güldü ve "ne güzel ilahi di mi" dedi)

10 Mayıs 2011 Salı

albeni tane tane diye bişey çıkarmış, çok güzel bak. masanın üstüne koyduğumda yuvarlandıkları için otuzüçlük tespihin içine hapsettim onları. tespih tanelerini yer gibiyim. çok güzel bak, gelince sana alcam ondan. sana da sana da.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

elekronik sigara ve kaçış planı

milletin sigarayı bırakmak için kullandığı elekronik sigara denen mereti bendeniz nikotin bağımlılığıma yeniden kavuşmak aracı olarak kullanmaya başladım. how cool is that! :P (gazoz k. ingilizce yazınca sinir oluyon di me? ahahahha) hayatta çok simülatör gördüm dostlar, böylesine ilk defa tesadüf ediyorum desem mübalaâ olmaz. sigaraya göre çok daha az zararlı, hem de kapalı alanda, çocukların yanında bile içilebiliyor. mesela alışveriş merkezindesin, cebinden çıkar bir (kiüçdört) nefes çek geri koy. veyahut toplu taşıma otobüsü, vapuru vesairesi de örnek mekan olarak verilebilir.
şimdi tek endişem türkiyede kartuş temin edemezsem mecburen sahici sigaraya başlamak zorunda kalacak olmam. ama bunun pek de büyük bir endişe olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu.
bu arada keyfim de gıcır ayarlarına geri döndü çok şükür. ankaradan rizeye kaçmaya karar verdim yerleşir yerleşmez. karadeniz derde devadır. hoplaya zıplaya geliyorum vatanıma. savulun!

30 Nisan 2011 Cumartesi

kurdelayı keselim

açılmış neyse ki saçılmamış. vay be!!!

28 Nisan 2011 Perşembe

:(

kat kat üzülüyorum. insan böyle şeye üzülür mü yahu diyorum, üzüldüğüme üzülüyorum. ne zaman üzülsem o üzüntünün içinden kendime bir suç bulup çıkartmayı becerebildiğime üzülüyorum. bunlar iyi şeyler değil hacı. bunlar fena şeyler.

27 Nisan 2011 Çarşamba

vaziyet

olmadı washington işi. 30 haziran'da istanbul üzerinden ankaraya dönüyoruz. hiç sevinmedim buna. amerikaya da bayılmıyordum ama ankaradan daha kötü bir yer düşünemiyorum yaşamak için. zindana atılacakmışım gibi geliyor. artık devletin tazminatını ödeyinceye kadar 4 sene dişimizi sıkıp sonra kaçacak bir yer bakıcaz.. önümüzdeki iki, üç ay içinde yapmak zorunda olduğum işler de gözümde fena halde büyüyor.
şimdi bana sağlam bir "bismillah" lazım.
burası senin dünyan Allah'ım. bu da senin ayşe'n..

19 Nisan 2011 Salı

enginar'a:

enginar, sen ne kadar güzel bir sebzemizsin. ama seni ayıklayıp temizlemek ne kadar da zor. tırnağımın arasına dikenin battı, çok canım yanıyor. gene de sen buna değersin bebeğim. çok özel bir tadın var. yapraklarının çöpe atılıp sadece dibinin pişirilmesine de karşı olduğumu belirtmeliyim. içleri kemirilerek yenilebiliyor çünkü.
bence sen bir bahar çiçeğisin. narin değil ama güzel. güzellik narinlik mi ki canım? güzellik içteki lezzettir.

17 Nisan 2011 Pazar

istanbul'u laleler sarmış. burada daha ağaçlar yeni yeni tomurcuklanıyor. ama washington daha ılımanmış, iklimi istanbul'unkine benziyormuş. osman geçen hafta gitti, bahar gelmiş o tarafa. iyi geçmiş iş görüşmesi. 2012 baharında nerede olacağımı bilmiyorum. biraz korkuyorum. biraz da bana her şey bir geliyor artık. bir şey dışında. onun da dışındayım zaten.
iki gündür fatma'ya facebooktan sesleniyorum cevap vermiyor. fatma kelimesinin görüntüsü ne hoş değil mi? bi kağıda fatma yaz, otur seyret. ama küçük harfle.
mutedil dalgalı bir belirsizlikler bulutunda geziniyorum günlük. açsınlar artık blogger'ı erişime ya.

12 Nisan 2011 Salı

meleklere inanmak.

30 Mart 2011 Çarşamba

yeryüzünde sizin kadar...!

kaybedenler kulübü'nün filmini çekmişler. fragmanını gördüm. içim acayip bi şeyle doldu.

ama seyretsem herhalde beğenmem. gene de seyrederim. bekle istersen beraber seyrederiz. acaba içim gene seninkiyle mi karışıyor? hakkaten çok acayip bişeyle.

neyse ki bir ara döndük ;)

29 Mart 2011 Salı

püf

ılımlı ne ya

20 Mart 2011 Pazar

kendim yaz kendim oku

bu günlerde redaksiyon yapmanın tercüme yapmaktan daha güç bir iş olduğunu aynelyakin müşahade ediyorum. aynı zamanda da kafa kullanılmak içindir. kullanılmak için yaratılmış kafamızı yastıklarda harcamamalıyız. çalıştır sen onu biraz, bak nasıl güzel olacak. güzel kafa güzel kişide bulunur. işlemeyen demir pas tutar. pas kötüdür. bir de az yemeliyiz. hayvan gibi yememeliyiz, hakan albayrak onu çok güzel yazmış. eksik olmasın. o zaman her şey çok güzel olacak. zaten bahar da. bugün mart yarın nisan. (tam buraya sonu insan'la biten bir cümle yazmak için duyulan karşıkonulmaz istek) ama yapmayacağım. herşeyinbirsonu.

18 Mart 2011 Cuma

şahin

bizim evin arkasındaki ağaçlıkta yaşayan kocaman bir şahin var. kanat açıklığı rahat bir buçuk metre. hastayım ben onun uçuşuna. geçen gün dakikalarca gözümü ayırmadan seyrettim. zahmet edip bir defa olsun kanat çırpmadı arkadaş. rüzgarla aralarında nasıl bir ilişki varsa artık. bu uçsun sen saatlerce seyret. yok uçmak da değil, hani ney çalmak deyince ayıp oluyor ya, ney üflemek demek lazım geliyor, işte bununkisi de o hesap bir süzülmek ki ne süzülmek.
çok büyük hayranıyım kendisinin. geçen sene de buralardaydı, baharla beraber geri döndü. evi barkı var. ailesi filan var. bazen alıyor hanımı yanına, beraber solti yapıyorlar. ben böyle karizmayı böyle estetiği insan evladında görmedim. hey güzel Allahım. sübhan Allahım.

*bloggerı kapatmışlar bu arada. açılana kadar bendeniz nöbetçi.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Saadettin Ökten burç fm'de Nurettin Topçu'yu konuşmuş 3 program boyunca. benim gibi hadsize düşmez ama, çok önemli insanlar bunlar. ne söylediklerine iyi kulak vermek lazım.

21 Şubat 2011 Pazartesi

men cale nale

cumartesi günü uyandım. uyandığımda saat 9 olmamıştı. gittim yüzümü yıkadım. sonra telefonum çaldı. açıp susturdum çalmasını. kardeşim konuştu. dedi ki "annem hastalandı. onu hasteneye götüreceğim. sen de gelir misin? saat onda emlakçıyla randevumuz var, geri dönmem lazım." "tabii, dedim. hemen hazırlanıyorum."

hemen hazırlandım. hazırlanırken hiçbir şey düşünmedim. sanki bir yere hazırlayıp koyduğum bir acil durum stratejim var. normal şartlarda gardrobun kapağını açıp melül melül kıyafetlere bakındığım halde, nasıl giyindiğimi anlayamadım. aynaya baktığımda farkettim ancak neler giydiğimi. sakin, ama çabuktum.

annem sık sık hastalandığı için, bu hem çok alışıldık bir şey oluyor hem de her seferinde korku dozu biraz daha artıyor. çünkü her seferinde kurtulunamayacak kadar ağır bir hastalığın altından kalkıyor. bir radde sonrası, bizi çok üzecekmiş gibi hissediyorum. dolayısıyla bir sonraki hastalık belki bir radde sonrasıdır düşüncesiyle, çok korkuyorum.

ama bu alışkanlık, acil hastaneye götürülmesi gereken bir anne varken evde, emlakçıyla olan randevuyu unutturmuyor. unutulmaması bir tarafa, her türlü işleyiş ona göre kolaylaştırılabiliyor. yani demeye çalışıyorum ki, şu annemin başına gelen rahatsızlığın onda biri sıradan bir insanın başına gelecek olsa, bütün sülale hastaneye toplanır, herkes her bir şeyini bırakır. bizde öyle olmuyor.

annemi merdivenlerden aşağı indirebilmemiz 25 dakikamızı aldı. sadece kardeşim ve ben vardık. muhtemelen evdeki diğer kişiler, benim evimde de olduğu gibi uyuyorlardı. onları uyandırmak aklımıza gelmedi. sessizce çıkıp gittik.

merdivenler bitip apartmanın kapısı göründüğünde saat 9:30 olmuştu. kardeşime dedim ki, "sen gelme. ben kendim götürürüm. emlakçıya geç kalmayın."

kardeşim evlenecek. emlakçıyla randevuları bu yüzden var. bir ev tutuyorlar.

o da "yalnız başına olman sorun olmaz mı? emin misin?" gibi sorularına gerekli cevapları aldıktan sonra bunu makul buldu.

annemle taksiye bindik. hastanenin ismini söyledim ve ekledim: "mümkün olduğunca çabuk!" diye. telaşlı değildim. endişeliydim ama telaşlı değildim. acil durum listesinde yazan yapılması gerekenleri yapıyor gibiydim.

annem nefes alamıyordu. nefes alıp verirken ağzının içinden düdük sesi gibi bir ses geliyordu. elleri, yüzü, aşırı derecede şişmişti. ara sıra kendinden geçiyordu.

sakince yanında oturdum takside. daha fazla nefes alabilmesi için onu kapıya yanaştırdım, pencereyi de epey açtım. alnını, ellerini sevdim yol boyunca. "az kaldı, biraz sonra hastanede olacağız" dedim ara sıra, sakin sakin.

gözüme çarpan ve garip olan tek şey taksi şöförüydü. arabayı gerçekten iyi kullanıyordu ve parasını ödeyen bir müşteri taşıyor gibi değildi, diğerlerine kıyasla. bir eşini, dostunu hastaneye götürüyor gibiydi.

yolda ablamla konuşup hastanede bizi bekleyen doktorun ismi, annemde gözlemlediğim durumlarla ilgili bilgi alış verişi yaptık. söylememe gerek yok. sakindik ikimiz de.

taksiciye parayı verdim, o paranın üstünü hazırlarken hızla inip bir tekerlekli sandalye kaptım, annemi sandalyeye oturttum, para üstünü aldım, teşekkür ettim, annemi acile taşıdım.

hepsi ama hepsi, önceden planlanmış ve defalarca pratiği yapılmış gibi. hiç bir tökezleme yaşamadan.

doktor geldi, üç serum deliği açtılar koluna. 4 tüp kan aldılar ayrıca. kalp atışları, tansiyon, nefes sayısı...

çekilebileceğim kadar kenara çekildim ki işlerini kolay yapsınlar, fazla uzağa gitmedim ki annem orada olduğumu bilebilsin. ara sıra alnını sevdim yine, yanaklarını... "daha iyi görünüyorsun şimdi" dedim.

Allah beni yalancı çıkarmadı. çok kısa bir zaman sonra gerçekten daha iyi görünmeye başladı. tansiyonu 22.5 olduğu halde.

annem hala hastanede. kardeşim o evi tuttu. ben de oturmuş blog yazıyorum.

iyi mi?

20 Şubat 2011 Pazar

radiohead'in tazecik albümü the king of limbs'in en güzel parçası give up the ghost, albüm çıkmadan aylar önce bir konserde bakın nasıl da harika bir şekilde söylenmiş:

2. little by little (oobliiiiigeeeyşııın koompliiikeeyşııın )
3. codex
4. lotus flower (klibi için spoiler: dünyanın en iyi şarkı söyleyen adamıyla en kötü dans eden adamı meğer aynı kişiymiş!)

gerisini ikinci defa dinlemem. ama bu dördü loop.

19 Şubat 2011 Cumartesi

bu aralar

geçen gün oğlumdan aygazın altını yakmasını istedim. zira açma hamuru yoğurduğum için ellerim müsait değildi. önce daha evvel bu işi yapmadığı için kabul etmedi. korktu. sonra kibriti çaktı ve aygazın altını yaktı. ardından da kibriti saklamak istedi. bir anı olarak. bense kabul etmedim. bana bir şeylerin saklanması hep acı verir. ardından çekiştiren milyonlarca el gibi. o da kibritin yanan yeriyle yazı yazmaya başladı. kibritcik bir süreliğine kalem oldu. sonra çay içtim. joranın aksine az çay içiyorum bu aralar. anne sütünü azaltıyor. çocukken ağlayan bebeğim vardı bir tane. yüz üstü döndürünce ağlıyordu. evimizdeki bebeğimiz de sürekli ağlıyor. sağa sola yüz üstü çeviriyorum. stop düğmesini arıyorum. gazlı bir çocuk. "botaş gibi" esprisi bile yapıldı hakkında. ama pek güzel. doğuştan saçları vardı. şimdi de tenten gibi yukarııya doğru uzuyor. kucağımdayken ona şarkılar uyduruyorum. bir sürü şarkımız var ortak. ortanca çocuğum ise büyük evimizi sürekli dağıtıyor. pasifik okyanusu gibi evimiz. bir sürü yaratık var içinde. döküntüler saçıntılar. pasifik okyanusu dünyanın yarısı kadarmış. derinliği ise... unuttum ama çok derin. ışık görmeyen karanlıkta yüzen canlılar varmış. milyonlarca. benim hayatımın da hepsini kaplıyor bu ev. hep evdeyim. dağınıklıktan korktuğum iiçin -büyür de beni yutarlar diye- sürekli ev toparlıyorum. halbuki geçen gün pazara çıktım. çok şaşırdım. evin dışında bir yere çıkmış olmak garip geldi. sevmedim. ankarayı sevmiyorum çünkü. ankaranın dışarısı bana çok kabuklu geliyor. kabuklu bir denniz mahsulü gibi. nazlı eray burası için kızkuru demiş. ona da inanamıyorum gerçi sen istanbulda doğ yaşa sonra gel yaşamının devamı için ankarayı seç. ama o siyasetede atılmıştı bir zamanlar. her şeyi bekleyebilirim yani.
sabah bir haber okudum.elif şafakla alakalı. yeni romanı için ingilteredeymiş. orada yazacakmış. bir roportajında kendisine çok anlayışlı bir eşi olduğu ima edilmişti. - sürekli bir orada bir burada ya kadın- o da çok sevdiğim bir cevap verdi. evlilik zor bir kurum onun gibi ben de anlayışlıyım ve ben de emek harcıyorum nevinden. hiç alttan almadı, ezilmedi, büzülmedi, ya ben biraz cinsim yazmam lazım o da beni çekiyor demedi kadın. kendine düşman değil. jora insanın kendini kendisinden çıkarmasından bahsetmiş. bence müthiş bir mısra olur bu. dehşet güzel. ama bu duyguya yabancı olanları kıskanıyorum. aslında son bebeğimle birlikte kendimi kargılamıyorum sanki. sanki. insanın bir avuç ateşin üzerinde yaşamaması güzel bir şeymiş. elhamdülillah.

iptila

çay severim. çayın kuru halde, yaş halde, demlenmiş halde kokusunu severim. şekeri karıştırılırken çıkan şıkır şıkır sesini severim. ocakta, sobada, piknik tüpünde tıngırdamasını severim. çay sohbetini severim. aç karnına çok içince miğdeyi kasmasını severim. sigarayla çok severim. tatlıyla severim, tuzluyla severim. gece, gündüz öğlen ikindi, saat üçe beşe bakmam severim. iftardan sonra bayılırım çaya. sahurun son saniyesini çayımın son yudumuna denk getiririm. oruçluyken acıkmam ama canım çay ister. çay verseler bir hafta filan yemeksiz durabilirim. çok açık ve çok koyu tercih etmem ama paşa çayına bile muhabbette kusur işlemem.
çay içeni severim. çay seveni severim. çay sevmeyenden haz etmem. çay sevmeyenden adam olmaz diye düşünürüm. en iyi adamlar çay sevenlerdir. istisnasını tanımam. çayı kahveye tercih ettikleri için ingilizleri amerikalılardan daha çok severim.
çay insanı mutlu eder, diriltir, zihin açar, ortamı güzelleştirir. ama bunları yapmasaydı da gözümde gönlümde yeri değişmezdi. canım çay. ne kadar acelem olursa olsun işime gücüme ara verip çay içmekte mahsur görmem. onu da yavaş yavaş, ama soğutmadan haysiyetiyle içerim. ocakta sıcak çay varsa bir bardak yanıma alıp evden öyle çıktığım zamanlar çoktur. içe içe giderim. çayın içinde bulunan l theanine maddesinin pozitif ruh halini destekleyen, stres gideren etkisi olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığını öğrenince, benim ondan şüphem yoktu zaten diye düşünürüm. ama biraz da sevinirim, çayın insanlığın gözünde kıymeti artar böylece diye. çünkü çayın iyiliğini isterim.
çocukluğumda yazları hakkı dedemin çay bahçelerinde çay toplardım. "dikkat dikkat çay alimevine araba gelmiştir" diye caminin minaresinden anons yapılırdı. topladığım çayları sırtımdaki sepete doldurup çay alımevine taşırdım halamla. kaç kilo çay topladıysam hakkı dedem o kadarlık harçlık verirdi. alımevinden dönünce arka bahçede çay içerdik. güneş karadenize batardı. enfes bir şekilde. allah rahmet eylesin, hakkı dedemi çok severim. o bahçeden geçen, orada benimle oturup çay içen, her hangi bir yerde benimle oturup çay içen herkesi -ama az ama çok- severim.
bazen çay fidelerinin üzerinden bayır aşağı yuvarlanırdım. elim yüzüm çizilirdi. o yaralarımın izlerini severim.
seninle yeniden karşılıklı oturup çay içeceğimiz günün hayalini severim. seninle yeniden oturduğumuz zaman karşılıklı, içeceğimiz şey çay olacağı için çayı severim.

15 Şubat 2011 Salı

osman

sofrada bana bir parça karnıbahar turşusu uzatarak sevgililer günümü kutlayan bir adamla evliyim. tabağındaki turşuların arasından en sevimlisini seçmeye çalışırken ne kadar sevgili görünüyordu bir bilse!

külah

ateistlerin bir kısmı müslümanların büyük bir kısmından daha çok Allah'la meşgul oluyorlar. ömürleri senden benden daha fazla Allah'la geçiyor.
sahiden Allah'ın olmadığına inanabilen, bu konuda içinde hiç şüphe kırıntısı kalmaksızın mutmain olabilen birisi var mı acaba?
vardır belki.

inanmakla inanmamak da acayip şeyler. gidip gidip bir noktada yani en o bıçağın ince yerinde ya da ipin üzerinde yürürken -güzel bir metafor uyduramadım, anla sen onu- ya o tarafa ya bu tarafa düşmek gibi. ama o ana kadar aynı. düşmek diyorum bak. ikisi de bence istemsiz oluyor. sebepsiz olduğuna inanmıyorum ama o anda yapılan bir tercih değil, bir düşme.

osman'ın tweeter hesabından otisabi'nin yazdıklarına bakıyordum, oradan geldim buraya. john lennon'ın jealous guy şarkısının sözlerindeki guy'ları god diye okuyunca çok anlamlı oluyormuş diye yazmış. daha önceden ekşisözlükte okuduğum pek çok yazısını düşündüğümde farkına vardım ki adamın Allah derdi bitmek bilmiyor. sahiden benden daha fazla meşgul oluyor Allah'la. aptal adamın ateizmi de aptal adamın dindarlığı da benim için aynı. ama aklı çalışan ateistle karşılaşınca korkuyorum. hayır ateistten korkmuyorum. ateist olmakla olmamanın akılla filan alakası olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek korkutuyor beni. külah kafaya yapışık değil ya.

Allah hidayet üzere olanlarımızı hidayette sabit kılsın, olmayanlara da hidayet nasip etsin.
mübarek kandil günü. tebrik ederim.

13 Şubat 2011 Pazar

bana iyi bi kafa lazım

eski kafamı çok özlüyorum. şimdiki tam bir piece of shit.
akıl, havalanana kadar pistte gitmeye yarayan tekerleklermiş ya sonra gönül kanatlarıyla uçulurmuş. öyle diyorlar. ben pistte paslanmakta olan bir uçağa benziyorum.
akıl karıştı karıştı durdu. kalp zaten.

32 yaşıma geldim. hala böyle bir ergen bunalımları.. keşke insanın kendisi hayatından çıkarabildiği birisi olsa. işte tam da bunun gibi şeyler.
sabah fahri diye bir adam var. göğsünde ciğer yok, atmosfer var. adeta.

2 Şubat 2011 Çarşamba

karakter

evde ikimiz vardık. yani bir o bir de ben. epey de eğlenmiştik. bir o bir ben. bir deney yapayım dedim. bir ara sınav kabilinden. düpedüz gerizekalılıktı bu. ah hayır, rica ederim. öyleydi.

ahmet'i üzdüm.

aslında amacım apaçık üzmekti onu. ama sonra izin verseydi, bütün üzüntüsünü geri alıp büyük bir de mutluluk verecektim ona.

izin vermedi.

düpedüz ahmaklıktı bu.

sonra gönlünü almak için bir iki cümle kurdum. o, daha önce görmedim bir tavır ve ses tonuyla, şöyle dedi:

"annem olduğun için affediyorum. ama başkası olsa etmezdim."

oy ki ne oy. dangalaklığa bak. karşındaki kim, tanımıyorsun bile bre gafil! sen onu sünger bop seyrediyor diye ne sandın?

düpedüz çuvalladım. işte tam yedi sene altı ay on gün sürdü.

1 Şubat 2011 Salı

başlık şart değil, isteğe bağlı, başlıksız da yazı olabilir, başlık koyacaz diye ekrana bi saat boş boş bakmaya gerek yok

vallahi ömrümden yedin thom yorke. bi nebze yaşam enerjim kalmıştı onu da sen tükettin. umut sarıkaya az bile demiş. bir iki horon dinledim de kendime geldim. neyse ki laz bir insanım. oh be beynime kan yürüdü. işim var gücüm var yahu. anayım ben ana! bugün aile müessesesi kuru bisküviyle dönmüyor. bi sebze çorbası çok önemli.

31 Ocak 2011 Pazartesi

scottish shortbreads


iskoçların saymakla bitmez güzelliklerinden (ki erkeklere etek giydirmeleri kesinlikle bunlardan değil!) birisi de shortbread dedikleri kurabiyeler. tereyağı, un ve şekerden mamul bu dünyalar tatlısı lezzet malesef aşırı pahalı satılıyor. neyse ki evde yapma girişimim oldukça başarılı sonuçlandı. bir walkers değil ama. buraya tarifini yazayım unutmayayım, hem belki başkaları da dener, bir işe yaramış olurum.

250 gr tereyağını oda sıcaklığında yumuşatıp içine yarım su bardağı toz şeker katıp yoğur. 2 su bardağı un, bir çorba kaşığından az fazla mısır unu, biokadarda pirinç unu (bu iki malzeme orijinal tarifte namevcut ama bunlarsız o gevrekliği ve esmerliği evde yakalamak zor. ikisinden biri tercih edilebilir yahut hiç koymayıp un miktarı arttırılabilir), bir çay kaşığı tuz ekleyip yeniden yoğur. bu ölçüler biraz kafadan atma, tam bu şekilde yapmamış olabilirim. keşke ölçseydim. ama yapmadım. inşallah bi daha tutturabilirim allahım, çok istiyorum bunu. sonra bu sert ve dağılmaya meyilli bir hamur olacak. tepsinin dibine sıkıca bastıracaksın. üzerine çatal gibi bişeyle -ki bu pekala çatal olabilir- delikler aç. sonra kes bu hamuru gönlünce. ben yuvarlak kalıba doldurup dilim dilim kestim. 325 fahrenhayt kac santigrata tekabül ediyorsa google it, bake 45 min. fırından çıkınca sıcakken yeniden kesmekte fayda var.
şurada arkadaşlar dostlar olsa yanına bi çay demlesek ne iyi olurdu. insan yalnız olunca inan ki hiçbişeyin tadı çıkmıyor şekerim. olsun herşeyin başı sağlık. aallaah çok şükür yarabbim.

meraba günlük,

hatırlar mısın, bir zamanlar buraya en iyi erkek vokal dave gahan'dır gibi bişey yazmıştım. şimdi -radiohead'in solisti ve herşeyi- thom yorke'un daha iyi olduğuna karar verdim. benim dünyamda elbet, ve şu an için pek tabii.
gerçi manyak gibi bişey. basbaya itici. aslında sesi de aman aman güzel değil. ama allah'ı var. az gelir, az bulunur cinsten. çok da şair şarkı sözü yazıyor. uzun süre dinleyince intihara meyil yapabilesi var. ama ben intihar etmem. acele etmesem de ecele yeterince yakınım. ne uğraşıcam.

şarkı seçince buraya eklerim. istersen bakarsın. zorla değil. her şey güzellikle.

***
kendime bir amazon kindle almak istiyorum sevgili günlük. hayatımda teknolojinin yerini büyüttükçe kafamın küçüldüğünü hala anlamamışımcasına. kütüphanemde bulunan kitapların içeriklerini bile beynime kaydetmeye zahmet etmeyen ben hele binlerce kitabı cebimde taşımaya başlarsam iyiden iyiye boşkafa olup çıkarım herhalde.

27 Ocak 2011 Perşembe

gülme de göreyim

yok böyle bir şey. sitemizin mutat aylık toplantısında, çöp toplama, aidatların ödenmesi, bahçe işleri tartışılmadan önce beş dakika Atatürk ve silah arkadaşları için saygı duruşunda beklenilmiş. abi ankarada yaşamak hakikaten fıkra gibi

22 Ocak 2011 Cumartesi

diğer şeyler

kelebeklerden etkileniyordum ve henüz ikindi okunmamıştı. sülemaniye'den çıkmış, eminönü'ne inmiş, galata köprüsünü geçiyordum. güneş gölgemi boylu boyunca ayaklarıma seriyordu. elleri ceplerinde, doğrusunu söylemek gerekirse, pek bir ahenkli yürüyordu. gölgeme yaklaşan her bir gölge, bir süreliğine, tanıdığım, bildiğim birinin varlığına adadı kendini. çok yazık. kısa sürdü. çok yanıldım. defalarca. yanıldım.

19 Ocak 2011 Çarşamba

nerelere gideyim

antropoloji doktorası yapmak istiyorum. sonra da lazlar üzerine araştırmalar yaparım, şehir üniversitesi'nde hoca olurum. olabilir bunlar. ama türkiye'de zor. kanada'da bir iş var (bu aralar ankara'ya dönmemek için ne yapacağımızı şaşırdık da). o olursa mcgill'e başvurucam. burslu kabul etmezlerse al kardeşim parası neyse veriyorum diyecem, eğitimden önemli ne var? beyim de bu fikirde :P
kanada fikri iyi geldi. kafamdan istanbul hayallerini bir nebze atabildim. çünkü istanbul'a kafayı çok takarsam sonra da olmazsa çok üzülürüm. ama montreal öyle değil. olmazsa derim ki, zaten çok uzaktı, çok da soğuk oluyormuş kışları, ortalık gay kaynıyormuş, kızları da çok güzelmiş, zaten çok para da bizi bozar filan diyerek kendimi teselli ederim. ama istanbul'un tesellisi olmaz. lütfen dua ediniz. hakkımızda hayırlısı. ama ankara olmasın da :)

17 Ocak 2011 Pazartesi

sürgün ülkeden başkentler başkentine


dönsem artık fena mı olur, ha fena mı olur? düne kadar artık beni heyecanlandırabilecek pek birşey kalmadığını düşünüyordum. dün akşam osman istanbul'da bir işe başvurdu. olması uzak ihtimal, hiç ümitlenme, keşke sana söylemeseydim dedi. ama çok geç.
hem de beşiktaş'taymış. hem de beşiktaş'taymış! bak nasıl değişik bir insan olurum. yok yok aynı eskisi gibi bir ayşe olurum. lazca kursu açmışlar ona giderim.
dirilirim. kendimden bakarsın daha iyi bir insan yapasım gelir. hatta geldi gelecek.

ankara öyle mi ya? öyle değil.

12 Ocak 2011 Çarşamba

canavar yatak

hiç açmayı denemedim içini. hayret ediyorum şimdi. günümün en az üçte birini üzerinde, kıyısında köşesinde geçirdiğim bu şeyin içini bilmek istemeyişim, tüylerimi ürpertiyor. allah verdi mi, sağdan soldan veriyor.

çeşit çeşit örtülerle bezedim. yüzde yüz pamuklular, naturel uyumlular falan.. renklerin ardına gizledim onu. gizletti kendini. orada sessiz, tehlike siz miş si niz gi bi durdunuz. ah, beni uyuttunuz.

her geçen gün, bağımlılığını artırdı. salı 10 dakika daha fazla beraber olduk. çarşamba, bir on dakika daha. perşembe cuma derken.. pazarlar pazarları, çarşambalar çarşambaları kovaladı.

orada bir çocuk, her şeyden haberli, hiçbir şeyin farkında, dikili durdu.

sordu bir gün babasına: "anneciğim nerede?"

"yatak yedi anneni. böyle olacağı belliydi."