"sürçtüğün zaman ümidini kaybetmen, senin evvelce ameline güvendiğinin alâmetidir."
Allah'a güveneceksin. Bu iş Allah'la olur.
ben bir tek Allah muhtacıyım diyen adama fakir denir.
Allah'a ancak Allah ile vâsıl olunur fakr ile değil.
25 Kasım 2013 Pazartesi
bir haberleşme aracı olarak blogger
ayşeciğim yeni şiir kitabın çıkmış. tebrikler. öpüyorum çocukları. beyefendiye hürmetler.
pis
sigarayı bırakıcam dedim üç katına çıkardım. yetmezmiş gibi açtım evgeny grinko dinliyorum. bu benim işte. bu beniiim işteeeee.. evgeny de istanbula gelmiş. gitmiş, pardon. çok özür dilerim hatalarım için. yapmamaya karar verirsem üçe katlayabilirim ama. çok pis katlarım.
30 Temmuz 2013 Salı
gökdelenden atılan ülke
ülkemin saçlarıyla oynayarak büyüdüm
rüzgarını yapıştırdım yara bandı diye dizime
annemin karnında bir avuç Türkçeydim ben
uyurken masalımı Ağrı okurdu
ergenken kalbimde akıyordu Fırat
hacı bayram ameliyat etti beni kirlerimden
çocukken fotoğraf albümündeki ezanlara bakardım
ülkemde hayal kuran erkekler Süleymaniye’dir
görünmez atlarına binerek işlerine gider hepsi
kadınlar adını hecelese mem-le-ket tir
Rabbim koru
Rabbim koru çeyiz sandıklarındaki ninnileri
ülkemi bir gökdelenden atacaklar
uzanan ellerini sen tut
26 Haziran 2013 Çarşamba
kaosa mütevazı bir katkısızlık
"I am very disappointed in all of you"*
her kafadan bir ses çıktığı bir ortamda kafalardan hiç olmazsa birini susturmayı hizmet bilirim. bu düşünceyle bir süre önce facebook hesabımı kapattım. herkesin kafayı topladığı, sükunetli güzel günler yakında annane. o zamana kadar laflarımı nadasa bırakıyorum.
*john lock
19 Haziran 2013 Çarşamba
Mustafa Uğur
Buraya yazacak olmasaydım tarihi de bilmiyor olacaktım. Tarihi bilmeseydim bugünün çok kıymetli küçük kardeşimin doğum günü olduğunu bilemezdim. İyi ki burası varmış. İyi ki canım yazmak istemiş..
Madem öyle, biraz kardeşimden bahsetmek istiyorum. Siz ikiniz kendi gözlemlerinizle belki de bana anlatacak kadar tanıyorsunuz onu. Ama amacım onu tanıtmak değil. Yazmak istiyorum. 20 gündür düşünmeye zorlandığım şeylerin haricinde bir şeyler..
O gelmeden önce çok zor günler geçirmiştik. Anneciğim büyük büyük ameliyatlar olmuş, ölümlerden dönmüştü. Daha gençti annem, ben küçüktüm. Bu ameliyatlardan birinin hediyesi annemin diyaframının -içi yıkanırken kullanılan kimyasallar sonucu- doktorun tabiriyle "ıslak balon gibi" büzüşmesi olmuştu. Bununla beraber çok güzel genç bir kadının iki adım attıktan sonra nefessiz kalıp durmasını, biraz su içip yeniden iki adım atmasını düşünün. İşte durumlar böyleydi o gelmeden önce. Sonra bir doktor bey çok güzel bir şey önerdi anneme. "Biz yeni bir ameliyatla içine balon gibi bir şey koyup günden güne onu şişirip diyaframının açılmasını sağlayabiliriz ama bu çok da iyi bir şey olmaz. Ya da sen hamile kalıp bir çocuk doğurabilirsin. Doğal yollarla diyaframın kendiliğinden açılır." gibi bir şeydi üç aşağı beş yukarı. Ailemizin yedinci ferdi, beşinci çocuğu işte böyle istenen bir çocuktu. Annemin gebeliğine babam, annem ve biz dört kardeş çok sevinmiştik. Annem her geçen gün daha iyi oluyordu, yüzümüzde güller açıyordu.
Annemle babamın akşamları yürüyüşe çıkmaları geldi şimdi aklıma. Hem yürüyüş yapıyor hem de annemin o sıralar yemekten usanmadığı kaymaklı ekmek kadayıfı yapan tatlıcıya gidiyorlardı. Döndüklerinde ellerinde paketler oluyordu..
O zamanlar tıp fakültesinde okuyan ablamla annem o gün fakülteye kontrole gitmişlerdi. İyi ki de gitmişler. Kardeşimin kalp atışları zayıflamış, durum tehlikeli bir hal almış falan filan.. Daha doğmasına bir ay vardı aslında. Sekiz aylıkken doğdu. İstanbul'da, Şehremini'de, İstanbul Tıp Fakültesi'nde dünyaya gözlerini açtı, tıpkı ben ve diğer kardeşlerim gibi.
Babam akşam işten döndüğünde kapıyı ben açmıştım. "Baba oğlun oldu" demiştim. Hiç unutmadım yüzündeki ifadeyi.
Hastanede kardeşimi ilk gördüğüm anı da hiç unutmadım. İsmi Mustafa Uğur olacaktı. Üzerinde sarı renkli bir tulum vardı. Belki ondandır isim olsun, sıfat olsun "uğur" kelimesinin rengi sarıdır benim için. Hep.
Onu ilk gördüğümde rengi neredeyse mordu. morlu sarılı. Oksijensizlik ve sarılık ne hallere getirmişti çocuğu.. Sonra çok sevimli bir bebek oldu. Güler yüzü, gamzesi, bukle bukle sarı saçları, pırıl pırıl bakan gözleriyle..
Saçlarını ilk ben kesmiştim, dün gibi hatırlıyorum. Daha iki yaşında bile değildi. Odanın ortasına koyduğumuz büyük mavi leğenin içindeki küçük sandalyeye oturmuştu. Saç kesimi bittiğinde eline tarağı alıp leğendeki saçlarını taramıştı :)
O benim en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Daha minicik bir çocuk gibi görünürken uzun yürüyüşlere çıkardık beraber. Yol boyunca pek çok şey hakkında fikirlerimizi söyler sohbet ederdik. Çok keyifliydi gerçekten de..
---------------------
Bunları yazarken fark ettim ki, doğumundan itibaren takip ettiğim bir hayat var önümde. -Allah hayırlı, uzun ömürler versin..- Yazacak gücüm var. Ama şimdilik buraya değil.
--------------------
Kardeşim, bugün yirmi bir yaşında. Yirmi bir yıldır onu her gün daha artan bir sevgiyle seviyorum. İnsan kalbi, muazzam bir şey. Bunu yine onun vesilesiyle anlıyorum.
Mustafa Uğur! İyi ki doğdun!
Madem öyle, biraz kardeşimden bahsetmek istiyorum. Siz ikiniz kendi gözlemlerinizle belki de bana anlatacak kadar tanıyorsunuz onu. Ama amacım onu tanıtmak değil. Yazmak istiyorum. 20 gündür düşünmeye zorlandığım şeylerin haricinde bir şeyler..
O gelmeden önce çok zor günler geçirmiştik. Anneciğim büyük büyük ameliyatlar olmuş, ölümlerden dönmüştü. Daha gençti annem, ben küçüktüm. Bu ameliyatlardan birinin hediyesi annemin diyaframının -içi yıkanırken kullanılan kimyasallar sonucu- doktorun tabiriyle "ıslak balon gibi" büzüşmesi olmuştu. Bununla beraber çok güzel genç bir kadının iki adım attıktan sonra nefessiz kalıp durmasını, biraz su içip yeniden iki adım atmasını düşünün. İşte durumlar böyleydi o gelmeden önce. Sonra bir doktor bey çok güzel bir şey önerdi anneme. "Biz yeni bir ameliyatla içine balon gibi bir şey koyup günden güne onu şişirip diyaframının açılmasını sağlayabiliriz ama bu çok da iyi bir şey olmaz. Ya da sen hamile kalıp bir çocuk doğurabilirsin. Doğal yollarla diyaframın kendiliğinden açılır." gibi bir şeydi üç aşağı beş yukarı. Ailemizin yedinci ferdi, beşinci çocuğu işte böyle istenen bir çocuktu. Annemin gebeliğine babam, annem ve biz dört kardeş çok sevinmiştik. Annem her geçen gün daha iyi oluyordu, yüzümüzde güller açıyordu.
Annemle babamın akşamları yürüyüşe çıkmaları geldi şimdi aklıma. Hem yürüyüş yapıyor hem de annemin o sıralar yemekten usanmadığı kaymaklı ekmek kadayıfı yapan tatlıcıya gidiyorlardı. Döndüklerinde ellerinde paketler oluyordu..
O zamanlar tıp fakültesinde okuyan ablamla annem o gün fakülteye kontrole gitmişlerdi. İyi ki de gitmişler. Kardeşimin kalp atışları zayıflamış, durum tehlikeli bir hal almış falan filan.. Daha doğmasına bir ay vardı aslında. Sekiz aylıkken doğdu. İstanbul'da, Şehremini'de, İstanbul Tıp Fakültesi'nde dünyaya gözlerini açtı, tıpkı ben ve diğer kardeşlerim gibi.
Babam akşam işten döndüğünde kapıyı ben açmıştım. "Baba oğlun oldu" demiştim. Hiç unutmadım yüzündeki ifadeyi.
Hastanede kardeşimi ilk gördüğüm anı da hiç unutmadım. İsmi Mustafa Uğur olacaktı. Üzerinde sarı renkli bir tulum vardı. Belki ondandır isim olsun, sıfat olsun "uğur" kelimesinin rengi sarıdır benim için. Hep.
Onu ilk gördüğümde rengi neredeyse mordu. morlu sarılı. Oksijensizlik ve sarılık ne hallere getirmişti çocuğu.. Sonra çok sevimli bir bebek oldu. Güler yüzü, gamzesi, bukle bukle sarı saçları, pırıl pırıl bakan gözleriyle..
Saçlarını ilk ben kesmiştim, dün gibi hatırlıyorum. Daha iki yaşında bile değildi. Odanın ortasına koyduğumuz büyük mavi leğenin içindeki küçük sandalyeye oturmuştu. Saç kesimi bittiğinde eline tarağı alıp leğendeki saçlarını taramıştı :)
O benim en iyi arkadaşlarımdan biri oldu. Daha minicik bir çocuk gibi görünürken uzun yürüyüşlere çıkardık beraber. Yol boyunca pek çok şey hakkında fikirlerimizi söyler sohbet ederdik. Çok keyifliydi gerçekten de..
---------------------
Bunları yazarken fark ettim ki, doğumundan itibaren takip ettiğim bir hayat var önümde. -Allah hayırlı, uzun ömürler versin..- Yazacak gücüm var. Ama şimdilik buraya değil.
--------------------
Kardeşim, bugün yirmi bir yaşında. Yirmi bir yıldır onu her gün daha artan bir sevgiyle seviyorum. İnsan kalbi, muazzam bir şey. Bunu yine onun vesilesiyle anlıyorum.
Mustafa Uğur! İyi ki doğdun!
18 Mayıs 2013 Cumartesi
8 Mayıs 2013 Çarşamba
milli eğitim bakanlığı pakmaya ilköğretim okulu 5C ilköğretim okulunda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretmeni Ayşe Sevim diye bir kız var. tanışmıyoruz. internette gördüm. güzel bir gülümsemesi var, gerçekten güzel...
Bir ara o benim hayatımı yaşasaydı ben de onun hayatını yaşasaydım ne olurdu dedim? Ne olurdu?
ben o fotoğrafa ışınlansam o şu anda başında bulunduğum bilgisayarın önüne kopyalansa...
durumu garipsemesek...
ucuz bilim kurgu filmleri gibi değil ama
başka türlü
nasıl
bilmiyorum ki
Bir ara o benim hayatımı yaşasaydı ben de onun hayatını yaşasaydım ne olurdu dedim? Ne olurdu?
ben o fotoğrafa ışınlansam o şu anda başında bulunduğum bilgisayarın önüne kopyalansa...
durumu garipsemesek...
ucuz bilim kurgu filmleri gibi değil ama
başka türlü
nasıl
bilmiyorum ki
7 Mayıs 2013 Salı
6 Mayıs 2013 Pazartesi
Fatih sarması
bugün osman hindistan'dan dönüyor. bu dönüş şerefine evde Fatih sarması yaptım. Fatih sarması benim en sevdiğim tatlı.
onu çok seviyorum. canım o benim. internetteki tariflerin hiç birisi aslına uygun gelmedi bana. o yüzden doğaçladım. ruloyu sararken pandispanyanın (muhtemelen biraz fazla pişirip kuruttuğum için) çatlamış olması haricinde gayet iyi oldu. bu haliyle "Fatih saramaması" adını daha ziyade hakeden tatlımın tarifini yazıyorum ki bir daha yaparken bakayım. hem başkaları da belki istifade eder.
malzemeler:
beş yumurta, bir su bardağı toz şeker (belki bir parmak azaltılabilir), bir fiske tuz, bir limon kabuğu rendesi, 2 su bardağından bir parmak eksik un, bir çay kaşığı kabartma tozu, iki çorba kaşığı sıvıyağ. şerbet için 2.45 bardak su, 2 bardak toz şeker. (edit: bu şerbetin az geldiğini sonradan farkettim. 2.45-3 bardak şeker, 3.5 bardak su daha iyi olabilir)
yapılım:
önce şerbeti ocağa koyunuz. şeker suda çözülüp kaynamaya başlar başlamaz altını kapatınız, şerbetin kaynamaması, koyulaşmaması lazım. bu bir tarafta soğusun.
yumartaların sarılarıyla aklarını dikkatlice (beyaza hiç sarı karışmayacak şekilde) ayırınız. şekerin yarısını beyazlara, yarısını sarılara ekleyip akların olduğu kaba bir fiske de tuz katıp uzun süre (5 dk kadar) çırpınız, kar haline getiriniz. sonra sarıları da aynı şekilde uzun uzun çırpınız.
iki kaptakileri birleştiriniz, fazla karıştırmayınız, üzerine diğer malzemeyi de katıp yeniden karıştırınız.
fırın tepsisine pişirme kağıdı serip üzerine pandispanya hamurunu düzgünce yayınız. 170 derece fırında pişiriniz. çabuk pişiyor, dikkat ediniz yakmayınız.
fırından çıkınca üzerine şerbetten bir iki kepçe kadar yediriniz. sonra biraz bal sürünüz, kayısı marmelatı da olabilir. varsa antep fıstığı, yoksa ceviz serpiniz. rulo yapınız, rulonun üzerine kalan şerbeti gezdiriniz.
yiyiniz.
onu çok seviyorum. canım o benim. internetteki tariflerin hiç birisi aslına uygun gelmedi bana. o yüzden doğaçladım. ruloyu sararken pandispanyanın (muhtemelen biraz fazla pişirip kuruttuğum için) çatlamış olması haricinde gayet iyi oldu. bu haliyle "Fatih saramaması" adını daha ziyade hakeden tatlımın tarifini yazıyorum ki bir daha yaparken bakayım. hem başkaları da belki istifade eder.
malzemeler:
beş yumurta, bir su bardağı toz şeker (belki bir parmak azaltılabilir), bir fiske tuz, bir limon kabuğu rendesi, 2 su bardağından bir parmak eksik un, bir çay kaşığı kabartma tozu, iki çorba kaşığı sıvıyağ. şerbet için 2.45 bardak su, 2 bardak toz şeker. (edit: bu şerbetin az geldiğini sonradan farkettim. 2.45-3 bardak şeker, 3.5 bardak su daha iyi olabilir)
yapılım:
önce şerbeti ocağa koyunuz. şeker suda çözülüp kaynamaya başlar başlamaz altını kapatınız, şerbetin kaynamaması, koyulaşmaması lazım. bu bir tarafta soğusun.
yumartaların sarılarıyla aklarını dikkatlice (beyaza hiç sarı karışmayacak şekilde) ayırınız. şekerin yarısını beyazlara, yarısını sarılara ekleyip akların olduğu kaba bir fiske de tuz katıp uzun süre (5 dk kadar) çırpınız, kar haline getiriniz. sonra sarıları da aynı şekilde uzun uzun çırpınız.
iki kaptakileri birleştiriniz, fazla karıştırmayınız, üzerine diğer malzemeyi de katıp yeniden karıştırınız.
fırın tepsisine pişirme kağıdı serip üzerine pandispanya hamurunu düzgünce yayınız. 170 derece fırında pişiriniz. çabuk pişiyor, dikkat ediniz yakmayınız.
fırından çıkınca üzerine şerbetten bir iki kepçe kadar yediriniz. sonra biraz bal sürünüz, kayısı marmelatı da olabilir. varsa antep fıstığı, yoksa ceviz serpiniz. rulo yapınız, rulonun üzerine kalan şerbeti gezdiriniz.
yiyiniz.
4 Mayıs 2013 Cumartesi
En sonunda seneyi de unuttum. Günleri karıştırıyodum, ayları bilemedim sonra, geçen gün seneyi unuttum. Ciddi ciddi. Bir ikibinonüç vardı aklımda ama, gelecek yıl mı, şimdiki mi, geçmiş mi bilemedim. Sorup öğrendim. Sonra bazı kararlar aldım.
Tarihten bihaberim diye isteyen Ayşe küfredebilir bana. Hatta belki ihtiyacım vardır.
Tarihten bihaberim diye isteyen Ayşe küfredebilir bana. Hatta belki ihtiyacım vardır.
3 Mayıs 2013 Cuma
2 Mayıs 2013 Perşembe
Şimdi de Fatih için giyabi cenaze namazı kılınacakmış, gebzede tam göçtüğü yerde, yüzlerce de hatim okunmuş, lakin okunan hatimler çok zarif bir hareketle, fatih döneminde osmanlı toprakları olan yerlere dağıtılmış, yani bosnaya, arnavutluğa, eflak'a, azıcık da anadoluya - eee biz o zamanlar anadolu da daha azıcıktık, devletin fosforlu kısmı balkanlardaydı-
http://www.hunkaravefasempozyumu.org/
http://www.hunkaravefasempozyumu.org/
26 Nisan 2013 Cuma
geeks of the house
çocuklarımı iyi birer insan olarak yetiştirmeye çalışıyorum. hemen hemen her anne gibi. ama iyi bir insan olmakla doğrudan alakası olmayan bazı şeyleri de onlarda görmek istiyorum. bu tarafı tamamen keyfi alana giriyor.
bu yazıda, ihsandaki stars wars sevme cevherini nasıl açığa çıkarttığımı anlatacağım sizlere. öncelikle bu motivasyonumu, osmanın bilim kurgunun hiç bir türünden hazzetmemesi neticesinde içine düştüğüm yalnızlığa borçlu olduğumu belirtmek isterim.
bebekliğinden beri ihsan üzerinde bu amaca yönelik olarak çevirdiğim dolaplar sırasıyla ışıklı kalemi ışın kılıcı olarak tanıtmak, kapişonlu montumu giydirip may the force be with you şeklinde kendisine hitapta bulunmak, en rahat çoraplarını darth vader desenli seçerek onları tercih etmesine yardımcı olmak, bir takım star wars maketleri alıp en hayran olduğu insan olan avni dedesiyle birlikte yapmalarını sağlamak v.s.. şeklinde sıralanabilir.
fakat bu yaşına kadar içerik olarak pek uygun bulmadığım için filmleri seyrettirmedim. bir süre önce babasıyla kitapçıda gezerken star wars legolu kitap görüp yapışmış. osman geçenlerde alıp getirdi. legolarla oynarken artık filmi seyredebilir miyim lütfen anne please please diyerek kendisi ricada bulundurlar.
filmi açtım (the phantom menace; zira orijinal seriden başlarsak bağlantıyı kuramayabilirdi şu genç yaşında), her sahnede şimdi sıkıldım kapat diyecek diye diken üstünde bekliyorum. baktım ki pür dikkat izliyor. arada bir kapatayım sıkıldıysan filan diye yokladım. tık yok. biter bitmez ikincisini istedi. ama onu ya biraz sansürliycez ya da 3-5 sene daha beklememiz lazım.
velhasıl gün benim günümdür, artık iki kişiyiz!
peki ayşe hanım neden zehra değil de ihsan? diye soranlarınız olabilir. efendim, zehra bir şeyi sever ya da sevmez, ben onu kolay kolay yönlendiremem. çok şükür hali hazırda zevklerimizin kesişim kümesi oldukça geniş zaten. dolayısıyla onunla hususi olarak uğraşmadım. fakat filmi o da sıkılmadan seyretti. en çok da queen amidala'yı beğendi tabi ki. ama saçlarını komik komik yapmışlar.
bu yazıda, ihsandaki stars wars sevme cevherini nasıl açığa çıkarttığımı anlatacağım sizlere. öncelikle bu motivasyonumu, osmanın bilim kurgunun hiç bir türünden hazzetmemesi neticesinde içine düştüğüm yalnızlığa borçlu olduğumu belirtmek isterim.
bebekliğinden beri ihsan üzerinde bu amaca yönelik olarak çevirdiğim dolaplar sırasıyla ışıklı kalemi ışın kılıcı olarak tanıtmak, kapişonlu montumu giydirip may the force be with you şeklinde kendisine hitapta bulunmak, en rahat çoraplarını darth vader desenli seçerek onları tercih etmesine yardımcı olmak, bir takım star wars maketleri alıp en hayran olduğu insan olan avni dedesiyle birlikte yapmalarını sağlamak v.s.. şeklinde sıralanabilir.
fakat bu yaşına kadar içerik olarak pek uygun bulmadığım için filmleri seyrettirmedim. bir süre önce babasıyla kitapçıda gezerken star wars legolu kitap görüp yapışmış. osman geçenlerde alıp getirdi. legolarla oynarken artık filmi seyredebilir miyim lütfen anne please please diyerek kendisi ricada bulundurlar.
filmi açtım (the phantom menace; zira orijinal seriden başlarsak bağlantıyı kuramayabilirdi şu genç yaşında), her sahnede şimdi sıkıldım kapat diyecek diye diken üstünde bekliyorum. baktım ki pür dikkat izliyor. arada bir kapatayım sıkıldıysan filan diye yokladım. tık yok. biter bitmez ikincisini istedi. ama onu ya biraz sansürliycez ya da 3-5 sene daha beklememiz lazım.
velhasıl gün benim günümdür, artık iki kişiyiz!
peki ayşe hanım neden zehra değil de ihsan? diye soranlarınız olabilir. efendim, zehra bir şeyi sever ya da sevmez, ben onu kolay kolay yönlendiremem. çok şükür hali hazırda zevklerimizin kesişim kümesi oldukça geniş zaten. dolayısıyla onunla hususi olarak uğraşmadım. fakat filmi o da sıkılmadan seyretti. en çok da queen amidala'yı beğendi tabi ki. ama saçlarını komik komik yapmışlar.
25 Nisan 2013 Perşembe
link
bu linkte (umarım bu linkli doğru bir şekilde yapıştırmışımdır) 15 bin delikanlı, çanakkalede, - spor falan bakanlığının projesiyle- dedeleri gibi sabah namazı kılıyor. namazdan önce de yemek yiyorlar. çanakkale erlerinin 1914 yedikleri yemeklerin aynısını....
bu linkte (umarım bu linkli doğru bir şekilde yapıştırmışımdır) 15 bin delikanlı, çanakkalede, - spor falan bakanlığının projesiyle- dedeleri gibi sabah namazı kılıyor. namazdan önce de yemek yiyorlar. çanakkale erlerinin 1914 yedikleri yemeklerin aynısını....
22 Nisan 2013 Pazartesi
fâsıla
buralar malum çok sıcak. son günlerde 36 dereceden gidiyoruz. ayrıca nem bu nemdir nem bu nemdir nem bu nemdir nem bu nem. saatte rahat bir bardak suyu terle kaybediyorumdur. ilk günlerde 28 derecede bile boğulur gibi oluyordum şimdi iyi kötü nefes alabiliyorum. klima uzun süre açık durunca gıcık yapıyor. vantilatör desen sırtıma sırtıma estikçe tutuluyorum. gene en iyisi yelpaze. ama o da işte el yorulması gibi şeyler..
yalnız arada öyle bir tatlı serin rüzgar çıkıyor ki, hastayken anneniz elini alnınıza koyup ateşinize bakar da hastalığın yarısı uçup gider ya ona benzetebilirim mesela.
başucunda merhametin nöbet beklediği hastadan hastalık bile korkar gider. sen mi yaman "o el" mi yaman derler adama. onun için sıcak mıcak... vız yani.
gene ben büyük konuşmayayım da bunun temmuzu var ağustosu var tıstıstıs :p
bu yazımda sembolik bir şekil yapmaya çalıştım. ayrıca dinlemekte olduğum yutüp videosunu eklemeye karar verdim şu anda. alakasını kurarsın ya da kurmazsın ona da ben karışamam. senin kendi hayatın sonuçta. tercihlerin olmasa ödüllerin veya cezaların da olmaz bebeyim.
gidersen sevgilim yaaşaayamam!
yalnız arada öyle bir tatlı serin rüzgar çıkıyor ki, hastayken anneniz elini alnınıza koyup ateşinize bakar da hastalığın yarısı uçup gider ya ona benzetebilirim mesela.
başucunda merhametin nöbet beklediği hastadan hastalık bile korkar gider. sen mi yaman "o el" mi yaman derler adama. onun için sıcak mıcak... vız yani.
gene ben büyük konuşmayayım da bunun temmuzu var ağustosu var tıstıstıs :p
bu yazımda sembolik bir şekil yapmaya çalıştım. ayrıca dinlemekte olduğum yutüp videosunu eklemeye karar verdim şu anda. alakasını kurarsın ya da kurmazsın ona da ben karışamam. senin kendi hayatın sonuçta. tercihlerin olmasa ödüllerin veya cezaların da olmaz bebeyim.
20 Nisan 2013 Cumartesi
fena halde fena hal
hani uykunun pis yerinde uyanırsın da tam da uyanamazsın manyak gibi bişey olursun üzülemezsin sevinemezsin öldün mü kaldın mı ne oldun belli değildir. işte ondan. mütemadiyen.
18 Nisan 2013 Perşembe
he shot me down: bang bang!
Nancy teyze çok güzel söylüyor şarkıyı. Babasının sesine aşinaydım da kendisininkini ilk kill bill'de duymuştum. Vurulmuştum.
Ondan sonra ne zaman vurulsam çığlıklar koparan sesler değil, sakin sakin "bebeğim beni vurdu" diyen o ses döndü durdu içimde. Kötü bişey değil bu ama belki iyi de değildir.
Oradaki "bebeğim" kısmı çok ilgimi çekiyor. Yani öyle ki bir yabancı vuramaz zaten seni. Tabancalar, keskin nişancılar konumuz olmadığına göre başkasının "bang bang" leri sinek vızıltısı gibi gelirken, "my baby shot me down" .
Ondan sonra ne zaman vurulsam çığlıklar koparan sesler değil, sakin sakin "bebeğim beni vurdu" diyen o ses döndü durdu içimde. Kötü bişey değil bu ama belki iyi de değildir.
Oradaki "bebeğim" kısmı çok ilgimi çekiyor. Yani öyle ki bir yabancı vuramaz zaten seni. Tabancalar, keskin nişancılar konumuz olmadığına göre başkasının "bang bang" leri sinek vızıltısı gibi gelirken, "my baby shot me down" .
17 Nisan 2013 Çarşamba
bir ingiliz bir alman.. bir laz.
dün gece bir alman, iki ingiliz ve iki avusturyalıyla aynı sofradaydım. ingilizlerden biri aslında macar'dı, biraz da romanyalıydı. pakistan'da doğmuş. ailesi de zaten şimdi yeni zelanda'da yaşıyormuş. ingilizliği bununla sınırlı olunca son derece şeker bir richard haline gelmiş bir amcamız. osman ona küçük kafalı richard diyor. gerçekten cüssesine göre ufak bir kafası var. ama hayatını kitap yapsa bestseller olur ilk de ben alıp okurum öyle de güzel bir adam.
alman biraz türktü biraz da mısırlıydı, arapça biliyordu. genellikle arap ülkelerinde yaşamış enteresan bir tip. süper bir tarih ve siyaset bilgisi. böyle bir arabic lawrance havası var. zaten tip de benziyor. gizli servisle filan da alakası var galiba. merkel'in danışmanıymış. sonlara doğru iyice kafayı bulup dili çözüldü ama malesef aksanı da kaydı. en heyecanlı yerinde almanca filmin dublajının kesilmesi gibi bişey.
ev sahibi olan avusturyalılardan bir tanesi çek'ti. manilaya gelmemiz şerefine kadeh kaldırdılar, limonata kadehimle karşılık verdim. o andaki kendime yabancılık hissini, ne oluya lan duygusunu tarif edemiycem.
yemek 9da bitti 12ye kadar ev sahibemiz yohanna'nın tatlıyı "pişirip" sofraya getirmesini bekledik. kadın her mutfağa gittiğinde tatlı gelecek diye beklerken yeni bir şarap şişesiyle geliyordu. bu arada yohanna'nın kocası bernt beyle avusturya'da yaşayan türklerin durumu ve milliyetçilik gibi mevzulara girdik. dedim ki biz onları türkiye'de bile pek hoş karşılamıyoruz sizin milliyetçiler de kendince haksız sayılmaz berntciğim. ama tabi olan olmuş, adamları kovmak çare değil, entegre etmeye bakacaksınız artık. bizde de oluyor bunlar. o kadar şeyapma yani dedim.
çay yok sigara yok o masada o tatlıyı ne bekledik arkadaş. ne bekledik...gele gele kakaolu sıcak kek geldi. yedik de kalktık çok şükür. eve geldik saat bir. çocuklar uyumuş.
alman biraz türktü biraz da mısırlıydı, arapça biliyordu. genellikle arap ülkelerinde yaşamış enteresan bir tip. süper bir tarih ve siyaset bilgisi. böyle bir arabic lawrance havası var. zaten tip de benziyor. gizli servisle filan da alakası var galiba. merkel'in danışmanıymış. sonlara doğru iyice kafayı bulup dili çözüldü ama malesef aksanı da kaydı. en heyecanlı yerinde almanca filmin dublajının kesilmesi gibi bişey.
ev sahibi olan avusturyalılardan bir tanesi çek'ti. manilaya gelmemiz şerefine kadeh kaldırdılar, limonata kadehimle karşılık verdim. o andaki kendime yabancılık hissini, ne oluya lan duygusunu tarif edemiycem.
yemek 9da bitti 12ye kadar ev sahibemiz yohanna'nın tatlıyı "pişirip" sofraya getirmesini bekledik. kadın her mutfağa gittiğinde tatlı gelecek diye beklerken yeni bir şarap şişesiyle geliyordu. bu arada yohanna'nın kocası bernt beyle avusturya'da yaşayan türklerin durumu ve milliyetçilik gibi mevzulara girdik. dedim ki biz onları türkiye'de bile pek hoş karşılamıyoruz sizin milliyetçiler de kendince haksız sayılmaz berntciğim. ama tabi olan olmuş, adamları kovmak çare değil, entegre etmeye bakacaksınız artık. bizde de oluyor bunlar. o kadar şeyapma yani dedim.
çay yok sigara yok o masada o tatlıyı ne bekledik arkadaş. ne bekledik...gele gele kakaolu sıcak kek geldi. yedik de kalktık çok şükür. eve geldik saat bir. çocuklar uyumuş.
12 Nisan 2013 Cuma
Maslow'un hiyerarji piramidi var, üstelik hümanist yaklaşım sonucu oluşmuş bir piramid bu, pirimidin sonuna gelenler kendini gerçekleştirmiş oluyor. en altta fizyolojik, sonra güvenlik sonra sevgi sonra saygı ardından entelektüel doyumunun gerçekleşmesi gerekiyor. ve tüm bunları halleden adam kendini gerçekleştiriyor. örnek olarak da Atatürk'ü falan vermişler. halbuki damat feridi vermeliydiler. Atatürk önce fizyolojik ihtiyaçlarını sonra paçasının güvenliğini sağlayarak mı piramidi devirmiş anlamadım. piramid ellilerin amerikan rüyası gibi, ev araba bahçe falan filan, sonra sıkıntıdan başka devletleri kurcalamak geliyor olmasın sırada. bir de bulanabilmiş en insancıl yaklaşımın bu olması insanı öldürüyor. diğer koca koca kuramlar insanı hayvanla bir tutup felselerini ortaya koymuş. gözünü sevdiğimin dini, (islam bile demiyom) şu bilimden kurtar bizi
6 Nisan 2013 Cumartesi
13 Mart 2013 Çarşamba
pasta süslemeciliği üzerine düşüncelerim
sağda solda, üzeri abuk subuk temalarla süslenmiş pastalar görüyorum. şeker hamuru denen tiksinç malzemeye gıda boyası katılarak yapılan bu süslemeleri benim gibi hasbelkader ağzınıza almışlığınız varsa bu tür pastaları hiç de iştah açıcı bulmayanlardan olmalısınız. değilseniz sizde bir sorun var kusura bakmayın. ya da siz çocuksunuz.
heykel yapasınız geldiyse alınız çamurunuzu gidiniz nerede yaparsanız yapınız ama nimeti murdar etmeyiniz.
heykel yapasınız geldiyse alınız çamurunuzu gidiniz nerede yaparsanız yapınız ama nimeti murdar etmeyiniz.
Etiketler:
bi dakka bişey diycem,
her şeyin bişeyi var
11 Mart 2013 Pazartesi
ben şairin zeki komik ve doğru sözlü olanını severim
Allah iyiliğini versin Rilke, sabah sabah güldürürken düşündürdün beni:
"Are we, perhaps, here just
for saying: House, Bridge, Fountain, Gate, Jug, Fruit-tree,
Window—possibly: Pillar, Tower . . ."
(acizâne tercüme:"Yoksa sadece şunları demeye mi geldik buraya: Ev, Köprü, Pınar, Kapı, Sürahi, Meyva ağacı, Pencere... belki de: Sütun, Kule...")
ayrıca erkek adamın maria diye ismi olması yakışık almaz.
"Are we, perhaps, here just
for saying: House, Bridge, Fountain, Gate, Jug, Fruit-tree,
Window—possibly: Pillar, Tower . . ."
(acizâne tercüme:"Yoksa sadece şunları demeye mi geldik buraya: Ev, Köprü, Pınar, Kapı, Sürahi, Meyva ağacı, Pencere... belki de: Sütun, Kule...")
ayrıca erkek adamın maria diye ismi olması yakışık almaz.
8 Mart 2013 Cuma
6 Mart 2013 Çarşamba
5 Mart 2013 Salı
2 Mart 2013 Cumartesi
püsük
konuşmanın acemisiyim. düşündüğüm şeyi hangi kelimeyle ifade edeceğimi bilemeden hepsini birden söylemek isteyince böyle manası herkesçe bilinemeyecek kelimeler türetiyorum, şevel gibi. püsük de öyle çıktı bu gece. lambadan bahsediyordum, sönük demek istedim, kısık demek istedim ama püsük dedim.. çok eğleniyorum yav ben bunlarla :)
28 Şubat 2013 Perşembe
28 Ocak 2013 Pazartesi
7 Ocak 2013 Pazartesi
şoma ziba hestid
Sağ kolum çok ağrıyor ama bu farsça ödevimi yapmama mani olamadı. O zaman buraya yazmama da mani olmaz. Ama buraya yazarak yatma vaktimi daha da geciktirmem, yarın farsça dersine gitmeme mani olabilir. Evet farsça. Onu diyorum işte :)
3 Ocak 2013 Perşembe
ağyar duysun
bildiğiniz gibi buraya her zaman yavşakça bir uslupla yazıyorum. parantez içlerinde (olsun dışlarında olsun) sık sık şımarıyorum. yakışan bu mu?
çünkü uyumam lazım ama uyuyamıyorum. Allahın filipininde şu gece yarısında herkes uyuyor. bir benim yavşak.
çünkü uyumam lazım ama uyuyamıyorum. Allahın filipininde şu gece yarısında herkes uyuyor. bir benim yavşak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)