30 Ekim 2010 Cumartesi

fesupannallah

'sen de insan mısın? hayvan!' desem, hakaret olur.
'sen de hayvan mısın? insan!' desem ikaz.

bir birini bir diğerini söyleyip duruyorum kendime. hiçbir işe yaramıyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

kafa ütüleyici

dilimin ne kadar yamuk olduğunu fark ettiğimde altı aylık gelindim ve kocamın memleketinden dönüyorduk. uzun bir ayrılığın ardından -ki dört gündür sınırım, geçince özlemeye başlarım- istanbul'a dönüyor olmanın neş'esiyle her zamankinden fazla -hayır bu olmadı- çok fazla konuşuyordum. bir zaman sonra daha memleket sınırlarından çıkmadığımız halde kocamın her zamanki gibi sarih bir istanbul lehçesiyle konuştuğunu sarsılarak fark ettim. sarsıldım çünkü konuşuyor işte'den sarih bir istanbul lehçesi'ne geçen tanımlamanın fonunda benim il sınırları içinde bulunduğumuz memleketin lehçesiyle konuşuyor olmuşluğum duruyordu ulu orta.

diyeceğim o ki iki gündür italyan ve isviçre'li arkadaşlarımla mesai yapıyorum. hayır, onlar için türkçeyi güzel konuştukları rahatlıkla söylenebilir ama benim için, evet denemez.

27 Ekim 2010 Çarşamba

insan kokusu

insanları özledim. birilerine saatin kaç olduğunu sormayı, oradan buradan sohbet etmeyi, yürümeyi, gülerek kalabalık ortamda çay içmeyi, akşam misafirliklerini, kelimeleri... Ufak çocuğun insanı eve zımbaladığını unutmuşum. İşin merhametli tarafı zevcim de bize kıyamadığı için çevre edinmiyor. bir ara sürekli davet edildiği sohbetlere, gece buluşmalarına iştirak etmediği için artık davet de gelmiyor. Çocuk büyütürken zaptu rapt altına almayı da bilemediğimiz için eve kapanıyoruz böyle işte. Geçen gün karşı komşum doğum yapınca ha bir gayret deyip Latif'i alıp hayırlı olsuna geçtim. yirmi dakika da o güzelim yeni gelin evi yirmi kez veledim tarafından karıştırılıp kurcalandı. biblolar vitrinler orta sehpa süsleri... çıplak ve güzel evime zor attık kendimizi. camdan bakıp insanları seyrediyorum ben de. ne güzeller maşallah

26 Ekim 2010 Salı

fena halde paylaşmak

(cebimde bir sürü şiir birikti, bazen onları bloğa salsam, dolaşsalar, olur di mi)

sobanın üzerinde eriyor başarısız polis
arabanın torpido gözünde saklıyor askerde yediği dayağı
hakem düdüğü çalınca televizyonun camını kırıp stada atlayan
dört oğlu var

paraşütle iniyor salona misafirler
çay bardaklarının içine sıkıştırıyor karısı onları
telefon çalıyor: “üç sene önceden arıyorlar baba” , “yok de”
masrafları kısıp bir türkü almak istiyor ne zamandır
halıya bir sürü kavga dökülmüş elektrik süpürgesini açıyor
başarısız polisin yüzüyle arası beş dakika
yürüyerek gidiyor
 birsen tezer - aşk bu değil - 

kısa

hayat kısa
kuşlar uçuyor

25 Ekim 2010 Pazartesi

ağzın bal yesin hakan abi!

az önce yenişafak'ta kendisiyle yapılmış röportajı okurken hakan albayrak'a olan saygım ve muhabbetim daha da arttı. kendisine fethullah gülen hocaefendi ve cemaatle ilgili eleştiri yaparken "çok radikal" şeyler söylemiyor oluşunun, uslubunu yumuşatmasının nedeni sorulduğunda cevabına şöyle başlamış:

"-seviyorum."

ümmete böyle kalp lazım. cevabın gerisini okumadım bile. severek başlayınca sonunun nereye gideceği belli..

israile duymadığı kini fethullah hoca cemaatine duyan adamlar var. burada hatalı bulmaktan, kınamaktan, düzelmesini istemekten filan söz etmiyorum. nefret ediyor adam yahu. biz birbirimize "öteki" çekerken birileri cümlemize giydiriyor.
Allah bize merhamet eylesin; birbirimize karşı her şart altında muhabbetimizi daim ziyade etsin. hiçbir zaman kardeşlik yakınlığı duymadığı müslüman gruplara, en ufak bir hatalarını gördüğünde savaş açanlardan olmayalım inşallah.

yazının devamını okumak üzere blogger'dan çıkıp yenişafak'a geri döneyim şimdi.

24 Ekim 2010 Pazar

sakin

telefon çaldığında nasıl telaş yaptım bir bilseniz. sabahın dokuzbuçuğunda çalan telefon kalbimi sökecekti. açmamayı düşündüm. yalvardım açana kadar.

böyle ansızın gelen çırpınışlarım, ihtiyarlıktan.

22 Ekim 2010 Cuma

korktuğumda
yıldırımın vidalarını gevşetip gökten söken Rabbim
günlerin içindeki mayınları – ben yaşamadan- fünyeyle patlatan Rabbim
yine düşüyorum
bir kutu uyku hapına benzedi yine yaşamım
evdeki saksılarda yine plastik çiçekler büyümeye başladı
beni yırtar mısın yine kendimden
bir sürü kez yırtmıştın hani
bir sürü kez
bavulumun içindeki çamurlu günlerle kapına gelince gülümsemiştin

21 Ekim 2010 Perşembe

Aliya

aliya'nın yıldönümü. bu seneye kadar Aliya benim için kahramandı. yazın piyangodan çıkar gibi bosnaya bir etkinlik vesiylesiyle gitme imkanım oldu. Aliya orada canıma okudu. ellerine sağlık...
bir insan ne kadar sevilebilir? bir lider nasıl sevilir demiyorum, bir insan ne kadar sevilir diyorum. onun cephe arkadaşlarını dinlemeliydiniz.. dehşetti.
bizim gurupta mavi marmara gemisinden de üç kişi vardı. bunlardan biri aynı zamanda aliyanın cephe arkadaşı bir türk doktor. " Onu çok özlüyorum" cümlesini söylediğinde - söyleme şeklindeki yara bereden- masada kimse uzun zaman ses çıkaramamıştı. mezarının başında elini kalbine götürmüş bir asker bekliyor şimdi. vasiyet ettiği gibi şehitlerinin arasında yatıyor.
en güzelinden bir fatiha. savaşta el yapımı bir keleşle düşmanın ortasına atlayan on yedi yaşındaki bir çocuğun dudaklarındakine benzeyen bir fatiha...

18 Ekim 2010 Pazartesi

adam beş taş çıktı

hafta sonu bizimkilerin "evde oturalım" innatlarına ters çıkıp internetten bulduğum düş yolcusu (sanırım öyleydi) at çiftliğine gittik. ama çok akıllı olduğumuz için gitmrden önce telefon etmedik. meğer o gün tadilat nedeniyle kapalılarmış. neyse veletler kaz tavuk kedi ve köpek kovalalıyarak da gayet iyi vakit geçirdiler. ama büyüğünün açımmm diğerinin mamaaaa çığlıkları yüzünden öyle uzun boylu takılamadık. gerçi çiftliğin sahibi süperman man abi onlara ekmek arası yapıp ikram etti ama o ikramı da aç bir kaz ellerinden kapıp mideye indirdi.
neyse bunları veletlerin buloğunda yazacaktım, asıl burada değinmek istediğim şey çiftliğin sahibi abimiz. konuşurken bu abi kendi keyfi için çiftliği satın aldığını söyledi. ata binmek tutkusuymuş. sonra çiftliği duyan tanımadık bir sürü insan "misafir kabul eder misiniz" deyip kapıya dayandığı için işletmeye çevirmeye karar vermiş. ama çok üzüldüğü bir şey varmış çünkü burayı alırken motorsitletini satmış ve sekiz aydır motora binememek onu delirtiyormuş. laf lafı açınca öğreniyoruz ki abi bayağı bayağı motorcuymuş iki arkadaş motorla avrupayı gezmiş. sonra her sene başını alıp gitmeler de cabası. bir keresinde romada motorunu çalmışlar. roma polisi berbatmış zincirler takan lakayt adamlar. motoorun çalındığı yer gösterilince "zaten park yasağı olan yere park etmişsin" demişler. ne çözüm ha. neyse adam roma mafyasındaki zayıf halkaya para yedirmiş, yeraltına inip birileriyle burun buruna gelip kavga etmiş, sonunda da almış malını mülkünü. Zevcim burada bir soru sordu : dövüş sporlarından anlar mısınız neye güvenerek kafa tuttunuz? Adam bir de tekvando beşincisi çıkmasın mı? neyse ki çocuklar açlıktan çıldırdı da gerisini öğrenemedik.

sevinç göstergesi

bir hafta kadar önce, üsküdar'ın antikacılarının olduğu mecrada üsküdar'da bildiğim en kapsamlı sahaf dükkanının önünde acelem de olduğu halde 87 yaşındaki bir amcayla uzun bir sohbet yapmıştım.

sahafın tezgahına bakarken bir hikaye kitabı buldum. kerr u ferli yazarlarımızın çocuklar için yazdığı hikayeleri içeren bir derleme. iş bankası yayınlarından çıkmış ama aslında bu ayrıntılara gerek yok, biliyorum. gevezeliğim üstümde. işte amca ile coğrafyalardan, romanlardan, kitaplardan, insanlardan, yaştan, yaşamın özünden, ve saireden bahsederken elimde bu kitap vardı. onu alacaktım almasına da bir kitap 3 iki kitap 5 liraydı. almayı isteyeceğim ikinci bir kitap aradım çarçabuk gözlerimle, amca ile vedalaştıktan sonra. işte bu kitabı buldum.
yeni aldığım her şey gibi ona da bir süre tanıdım evin atmosferine alışması için. ben de o yeni şeyin varlığını kabullendim içimde. yani ki bir hafta kadar kitaplıkta, kitapların üstünde eğreti bir yerde bekledi.

geçen gün bir mahzuniyet vardı üstümde. sebebini üç aşağı beş yukarı biliyordum ya yapacak bir şeyim yoktu. herhangi birine söylesem, sanırım onun da yapacağı bir şey olmazdı. "dünyada katillerin var olması" gibi bir meseleydi hemen hemen. değil tabii, ama onun gibi üzülünen ama değiştirilemeyen bir şey.

oturmuş kuzu kuzu acımı çekerken, kitaplıktaki kitaplara ilişti gözüm. gidip aslında aldığım günden beri içindekileri merak ettiğim karikatür albümünü aldım, karıştırmaya başladım. öyle eğlenceli esprilerle karşılaştım ki finalden bir durak önce şöyle diyordum kendime 'iyi ki son anda bu kitabı almışsın. ne iyi oldu, tam da şimdi.'

o ruh halimi silip oturduğum yerden kahkahalar attıran bir kitapla nasıl da neşelendiğimi gören oğlum yanıma gelip salça olmaya başladı. 'onu da bana mı aldın? benim kitabımı mı okuyorsun?' hayır, dedim. 'o benim. ama istersen okuyabilirsin.' o, okuyacağını söylerken ben de kitabı karıştırmaya devam ediyordum.

evet, hep öyle yapıyorum, sondan başa doğru tarıyorum kitapları.
işte o son noktada, yani kitabın ilk sayfasında, yüzüm gülse de içimde kalan eziklikle yaşamaya devam ederken şununla karşılaştım:
içimdeki hüzün kazınarak çıkarıldı bir anda ve hiç acımadı :)

16 Ekim 2010 Cumartesi

sevinç

çok güzel çok tatlı bişey oldu ama fotoğrafını da çekip öyle yazmayı düşünüyorum. fotoğrafını çekmek için sabah olmasını beklemeyi düşünüyorum. çünkü okuma lambası altında çektiğim pek güzel olmadı diye düşünüyorum.

ne güzel bir allahımız var :)

15 Ekim 2010 Cuma

kırık

gelirken türkiye'den getirdiğim çay bardaklarımdan bir tanesi daha bu sabah kahvaltıda kırıldı. kaldı 4.

bu kadar bardakla bu macerayı sonuna kadar götürebilir miyim, bilmiyorum. beni çok zor bir 8 ay bekliyor. daha dikkatli olmalıyım. aslında herşey dengeyle ilgili. tek ayak üstünde biraz denge çalışayım bari. karate kid fiyuuuu!

14 Ekim 2010 Perşembe

what then.. what then??

insan kendisinden vazgeçmeyegörsün. kendi iyiliğini istemeyen birine kimin hayrı dokunabilir? böyle bir düşmekten nasıl ayağa kalkılabilir?

bu sabah karşımda kimse yoktu. bulaşık yıkıyor, shantel dinliyordum. "sen kendi iyiliğini istiyor musun ki?" sorusuyla karşı karşıya kalmak için beklenmedik bir andı.

-istemiyorum, uzun zamandır.

insanın kendi cevabına şaşırması çok tuhaf.

***
yıllardır okumayı isteyip de kavuşamadığım bir kitap vardı. dün gece elime geçti. şimdi beraberiz. bütün sevip de kavuşamayanlar için kierkegaard'dan gelsin: either/or.

12 Ekim 2010 Salı

maraton

radyoda avrasya maratonunun reklamı vardı. önümüzdeki pazar. daha veletler doğmadan biz de bir kere katılmıştık. tekerlekli iskemleleriyle gelenler. köprüde sırt çantalarından birden termos ve sandaviç çıkarıp yiyenler. ama öyle ayak üstü değil basbayağı piknik yapar gibi.. fotoğraf çekenler. grupça şarkı söyleyenler. işi ciddiye alıp hiç ara vermeden koşanlar, kaç sene sonra aniden maraton koşusunda karşılaşanlar - ki ben de bir iki arkadaşla karşılaşmıştım-
maraton bitince bize madalya dağıtmışlardı. boynumuza asıp taksimde kasım kasım kasılarak bir iki tur attıktan sonra hızımızı alamayıp bir de eminönüne dek yürümüştük. yağmur vardı. ne pis üşütmüştük ardından. ya böyle işte...bu hafta sonu gene var.
canımız çekti

8 Ekim 2010 Cuma

tembellik



ben tembel olmamaya karar verdim. çok uzun zaman oldu. hala kararımda sabitim ama bir yerde bir yanlışlık yapıyor olmalıyım. kararın ertesinde bir adı atmışlığım yok. ne yapsam acaba. ayşeciğimin makinesiyle çektiğim bir fotoğrafı her gün size göndermeyi iş edinsem mesela, bir işe yarar mı? alain demiş ki, 'sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.' bunu mu denesem. beceriksizliğim yüzünden hayatı elime yüzüme bulaştırdım. iyi de neden bu kadar mutlu ve huzurlu hissediyorum. yüzüme yapışan bu tebessümün kaynağı da ne?

bana bir şey tavsiye edin. bu sefer de oradan başlayayım. olur mu olur.

deklare

yokluğunuzda neler yapmak zorunda kaldığımı tahmin edemezsiniz. ben de söylemem. pışık! söyleyeyim de gelene kadar bana laflar hazırlayın değil mi? söylemem. yüzünüze pat pat söylerim. o zaman acırsınız halime, kendinizi suçlu hissedersiniz belki. sizin kendinizi suçlu hissetmenizi istemem. suçlu olduğunuzu bilin, yeter. hissetmeye gerek yok.

göç

dün gece tiyatroya gittim. bir sürü öğrencinin ve ankaranın cilalı bir kesiminin arasında yerimi aldım. oyun güzeldi. akşam kızılaya doğru yağmurda yürüdüm. barlarıyla meşhur bir iki sokaktan geçtim. taksimin piyongodan para kazanan kuzenlerine benzyordu sokaklar.metroda ankara için geç vakit olmasına rağmen yine aykırı biir tip yoktu. burada fıçısı delik birileri var muhakkak ama ben onları bulamıyorum. neyse. ankarayla yıldızımız barışıyor gibi. en son istanbula gittiğimde - ramazanda iki günlüğüne ağrı kesici niyetine gitmiştik- şehir bana fena kazık attı. on yedimde işte benim toprağım dedim şehir son karşılaşmamızda bana sırtını döndü. bakiye burası benim onca yıl yalşadığım yer değil deyip ağlamıştım. sokaklarda, insanlarda bana ait olmayan çizgiler vardı. ankarada gurbetteydim istanbul ayıp etti, o da gurbet tadı çaldı ağzıma. neyseki ahmet ağaya rastladık da ferahladım. ahmet ağayı göynükte akşemsettin hazretlerinin dibinde tanımıştık. telefonu yok, adresi yok, velilerin kapısının dibinde uyur uyanır bir güzel. eve çağırırsın gelmez, yemek yedirmek iistersin bazen tamam der bazen izin yok. hacı bayram velide karşılaşıp aşure götürmüşlüğüm vardır. bursa da bizi özleyip dua ettiği için afyon yolundan çıkıp gece iki gibi sapıp emir sultanda buluşmamız vardır. özleyince çağırıyor güzel, biz de bir hisse uyup gidiyoruz. işte istanbulda da onu beşiktaşta yahya efendide görmek, teselli etti. bana dediki hiç konuşmadan gurbet gurbet deme, sanki yaratılmış bir sıla varda...bir tesellim daha var. ama onu yazamam.
yine de bir yeri kendime yurt edinmem lazım. ben öyled koca gönüllü adamlardan değilim.ankaraya barış çubukları uzattım bu sebeple. o kadar da fena bir yer değil. temiz bir cildi var. mesela eski ankara, ankara kalesinin etrafı. deli gibi kokuyor. kokla da çıldır. sonra tacettin dergahı var. ayrı bahis. sonra araki bulasın arvası hazretlerinin türbesi. tam bir saklanmaç. zübeyde ablam var bir de. az görüyorum ama teramicin gibi. kendince bir meryem. bana rüyamda onunla tanışacağım müjdesi verilmişti. neyse, birden bire fark ettim ki ben burayı sevmeye başladım. döneceğime inancım hala var ama buradan ayrılırken özleyeceğim şeyler olacak. acayip şeyler işte. dün tiyatrodan çıkarken anladım bunu. yağmur yağıyordu ve herkes tek tipti

7 Ekim 2010 Perşembe

yok

evin içi karanlığın ışığıyla aydınlanırken dışarıyı seyretmek gibisi.
yok.
sultanahmet'in kandilleri var, karanlığı.
yok.
cankurtaran feneri bir aydınlık bir karanlık, kararı.
yok.

6 Ekim 2010 Çarşamba

5 Ekim 2010 Salı

hapşu

nezleyim ulan

uzun yoldan

long way round'dan daha önce bahsettiğimde henüz izlememiştim. sonra oturdum 10 bölümü art arda seyrettim. aşağıda uzuun uzun anlatıcam bak, "özet geç, okuyamam" diyorsan sadede geldiğim kısma doğrudan atlayabilirsin.

2004 senesinde, iki motosikletsever arkadaş, ewan mcgregor (star wars'un obi wan kenobi'si) ve charley boorman (o da aktör) londra'dan kalkıp new york'a kadar dünyanın etrafını motosikletle dolaşmaya bunu da kaydedip belgesel film yapmaya karar veriyorlar. 30bin km ve yaklaşık dört ay sürecek yolculuk için kendilerine bir yapımcı, yönetmen bir kaç kameraman vs.. buluyorlar. geçmeyi planladıkları bölgelerin hatırı sayılır bir kısmı bırakınız gps sistemlerinde mevcut olmayı haritası bile çizilmemiş yerler. iz yok, yol yok. gündelik hayatında pek zorluk çekmedikleri muhtemel olan artist adamlar için turistik bir gezi olmayacağı ve zorlanacakları baştan belli yani.

rota'da bulunan ukrayna, kazakistan, moğolistan ve sibirya gibi ülkelerde "enfiye nasıl istenilir" gibi elzem bir takım bilgileri edindikten sonra dünyalar güzeli bmw motosikletlerine atlayıp yola düşüyorlar. ikiliyi üçüncü ve bizim pek görmediğimiz bir motorda kameraman cladio takip ediyor. ekipman filan taşıyan iki cip de bazen bir kaç saat bazen bir kaç gün geriden arkalarından geliyor. claudio'nun kamerası dışında kasklarına monteli küçük kameraları birer de portatif el kameraları var. ewan ve charley bu kişisel kameralarıyla video günlük tutuyorlar, deneyimlerini kameranın karşısına geçip anlatıyorlar akşamları.

özellikle avrupa'dan çıkıp eski sovyet bölgesine girdikten sonra tadından yenmez bir kıvama gelmeye başlıyor belgesel. mesela ukrayna'ya girerken birisi aman mafyaya dikkat edin diye uyarıyor. sahiden gümrükten çıkar çıkmaz bir anda kendilerini mafyanın elinde buluyorlar. sizi evimde ağırlayacam diyen adam güya elektronik eşya satıcısı ama bir tek alnında "ben mafyayım" yazısı eksik. ev kalaşnikofla dolu. ödleri patlıyor tabi ama kaçacak delik yok. bir ara adamlar bunları alıp maden ocağına filan indiriyor. bir iki gün zorla ağırlanıp eşe dosta gösterildikten sonra yola devam etmelerine izin veriliyor.

kazakistan'dan sonraki kısımda ise artık sefaletin dibine vuruyorlar. başlarda kamerayla karşılaşınca gençleri özendirmemek için saklanan sigaralar yolun çileleri arttıkça elden düşmez oluyor. saç sakal birbirine karışıyor. sergey adında ihtiyar aksi bir rus doktorları var, "manyak mısınız oğlum size rahat mı battı çoluğunuz çocuğunuz var, bizi de peşinize taktınız tööbe" diye ikide bir ayar veriyor bunlara. geri dönmek mümkün değil, yola devam etmekten başka bir seçenek yok. bir süre sonra, ne kadar yol geldikleri, ne kadar daha gidecekleri gibi hesaplar önemsizleşmeye başlıyor. "sadece yolda olmak" zevkini yaşamayı onun dışındaki herşeyden soyutlanmayı öğreniyorlar.

hakkında hiçbir şey bilmedikleri yerlere ilk defa adım atıp tanımaya çalışıyorlar. sen ben gitsek gene öyle şaşkın, kırılgan oluruz yani. ibadethanelere girip huşu içinde dua ediyorlar, insanların çadırlarına uğrayıp yemeklerinden tadıyorlar. bunun gibi bir şeyi tayfun talipoğlu gibi adamların da yaptığını görmüştük. ama bunlarınki biraz daha yorumsuz. "işte şimdi de kendimizi burada bulduk. bu da böyle bişeymiş. yarına ya nasip" gibisinden. gerçekten yola harika adapte olmuşlar. aralarında da çok tatlı bir muhabbet var. çok iyi arkadaşlar. yalnız karıları biraz kıskanıyor ewan'la charley arasındaki muhabbeti doğal olarak eheh.
belgeselin çekim tekniği ve kurgusuyla seyirciye ekibin içinde olduğu duygusunu verebilmişler. bütün yolu beraber gitmiş gibi oluyorsunuz. new york'a varmak üzereyken aileleriyle kavuştukları sahnede filan gözleri dolabiliyor mesela insanın.

2007'de de afrika'ya doğru inelim demişler aynı ekiple. Long Way Down'ı yapmışlar. ama aynı tadı vermiyor. bence bunun sebeplerinden en önemlisi takipteki ekibin bu defa neredeyse her yerde burunlarının dibinde olması. iki sıkı dostun yolculuğu olmaktan çıkmış. benim de peşime iki arazi aracı tak, doktorum, bodyguard'ım vs. peşimde olsun ben de dolaşırım dünyayı peh. bi helikopter eksik tepelerinde. neyse ki çölün ortasında bir yerlerde bisikletiyle tek başına dünyayı dolaşan amerikalı bir gençle karşılaşmışlar da biraz yüzleri kızarmış.
çok önemli bir olumsuz katkı da ewan'ın karısından gelmiş. "ben de bu sefer sizinle gelecem" diye atlamış bu. ewan da "aa karım da gelsin oğlum çok süper olur" diye bu öneriyi sevinçle arkadaşlarına taşıyınca olmaz diyememişler ama herkesin tadı kaçmış. charley "ben yedek lastik gibi kalırım o gelirse" dediyse de nafile. o andan itibaren ikilinin arasından sular sızmaya başlıyor tabi. o eski muhabbeti göremiyoruz. yolcuğun neyse ki tamamında değil sadece 10 günlük, belgeselde de 20 dakikayı kapsayan bir kısmına dahil etmişler kadını. zaten motosiklet kullanmayı da beceremiyor. kocasının yanında görünmek istemiş olsa gerek. yoksa başka zaman istediği kadar başbaşa gezsinler, di mi? o gelince charley başka yoldan devam etmiş, hepten bi kopukluk olmuş. belgesel -ewan'ın kendi tabiriyle!- "e. mcgregor aile şovu"na dönüşmüş. bu hadisenin charley boorman'ın 2008'de çıktığı dünya turuna, ewan'ın dahil olmamasında etkisi olmuş mudur acaba diye merak ediyor insan. gene de luke skywalkergillerin star wars müzesine dönüştürülmüş evini ziyaret ettikleri sırada kimsenin ewan mcgregor'u tanımaması, rwanda cumhurbaşkanıyla görüşmeye giderken takım elbise almaları filan komikti. afrika da sahiden çok güzel bir kıtaymış.

-bundan sonrası "saded" tabir ettiğimiz:

velhasıl long way round çok çok nefis bir gezi günlüğü. national geographic ve bbc yayınlamış. arada bir yeniden yayınlıyorlar anladığım kadarıyla. rast gelirseniz kaçırmayın derim.
long way down ise ilk yolcuğun gölgesinde kalmasa daha güzel gelebilirdi bana sanıyorum ki. aslında o da fena sayılmaz. eh işte. boş vakitte gideri var
iki serinin de geliri hayır kurumuna (illa ki unicef) bağışlanmış.

charley boorman'ın ewan mcgregor'suz çıktığı yolculuk ise "by any means". bu defa sadece motosiklet değil her tür vasıtayı kullanmaya karar vermiş. gene yanında russ malkin (lwr ve lwd'nın prodüktörü) var. istanbul'dan geçip karadeniz sahilinden hopa'ya filan gitmişler. bir ara onu da seyredeyim diyorum. amma uzun anlatmışım ya, şimdi post edince farkına vardım. herhalde blogun gelmiş geçmiş en boylu poslu yazısı oldu. yola koyulan herkese en içten saygılarımı sunarım.

1 Ekim 2010 Cuma

başkasının macerasını tecrübe etmek

dünya kadar parası olsa da hepsini harcamayıp mümkün olanın en azını tüketen birisi olabilmeyi isterdim. şu an itibariyle eline geçenin tamamını harcayan biriyim. tüketmek insanı mutlu etmiyor. tecrübeymiş insanı tatmin eden şey. araştırmalar bunu göstermiş: dünyanın en büyük şirketlerinden birisi olan walmart'ın yaptırdığı araştırmalar. bunun üzerine walmart marketlerinin girişteki en görünür kısmına kamp ve avcılık ekipmanları standları yerleştirmişler. daha ne isteriz.

bizler bu yaştan sonra motosiklete atlayıp dünyayı dolaşabilecek insanlar değiliz. çoluğumuz çocuğumuz var. ama hiç olmazsa yapılmışını seyredebilelim diye: avrupadan rusyaya kanadadan amerikaya doğru long way round ve dahi afrika dolaylarına iniş için long way down.