31 Mart 2008 Pazartesi

Fatih Özgüven

Borges'i çok severim ben. Yıllar önce "Yolları Çatallanan Bahçe"yi Ankara Dost'tan alıp bana hediye etmişti Osman. Hikayelerdeki harikulade zekice kurgunun ötesinde dilindeki akıcılıkla da hayranlığımı kazanmıştı kitap. Elbette çeviriydi. Borges'in dili aslen nasıl kullandığını bilemiyorum. Ama en çok bu kadar güzel kullanmış olabilir bir insan kendi dilini. Daha sonra Tomris Uyar çevirisi olan bazı öykülerini de okudum Borges'in. Her seferinde tutukluk yaşadım. Daha doğrusu Tomris Uyar'ın arı türkçe kullanmak pahasına gözden çıkardığı okunabilirliğin kurbanı oldum.
Bir kaç ay önce hayatımın ilk Nabokov kitabını elime aldığımda farkında değildim ama Allah beni ikinci defa bir çeviri harikasıyla karşılaştırmış ve böylece Nabakov gibi olağanüstü bir yazarı gözden kaçırmama engel olmuş meğerse. Eğer okuduğum ilk Nabakov (Allah korusun!) bir Tomris Uyar tercümesi olsaymış (mesela Pnin) gerçek kıymetini hiç anlamayabilirdim Nabokov'un. Düşünmesi bile korkunç :) Borges'in aksine Nabokov ingilizce yazdığı için bazı yazdıklarını orijinalinden okuma fırsatım da oldu. Neredeyse diyebilirim ki Fatih Özgüven orijinalinden de iyi çevirmiş.
Bu yazı adam gibi olsun istedim ama kafayı zorladıkça sıkıcılaşıyorum onun da farkındayım. Zaten Osman da işten döndü şimdi gidip sofra kurmam lazım.
Son olarak lafın özü: Fatih Özgüven ne çevirirse okunmaya değerdir. Fatih Özgüven'in Türk romancılığı üzerine ettiği laflar önemlidir. (ideefixe'ten röportajı izlenebiliyor) Tomris Uyar her ne kadar ikinci yeninin gelini filanmışsa da (hem de su gibi güzel bir kadınmış) ölenin arkasından laf edilmez ama tercüme işinde berbatmış. Bir daha çevirdiği kitabı almam, okumam. Okumayınız. Şu anda da Pnin'le boğuşuyorum. Seziyorum aslında ne kadar leziz cümleler olduğunu okuduklarımın. Böyle tuzlu çilekli pasta yemek gibi bişey..

ekleme: Fatma sen zaten söylemiştin Fatih Özgüven'i iyi biliriz gibi birşeyler.. aylak adam/yusuf atılgan tavsiye ediyorlar kendileri. okuyalım kısmetse. Bir de kitapyurdu.com aynı siparişi iki defa gönderdi. Elimde fazladan üç kitap var (Pnin, Körlük-jose saramago, derviş ve ölüm-selimoviç) Paylaşabiliriz :)

baharın semptomatik etkileri

balkondaki saksılara çiçekler diktim: biri sarı biri beyaz iki şakayık, bir kırmızı sardunya iki de adını bilmediğim çiçek.
migren yokladı geçti.

28 Mart 2008 Cuma

eh

aklıma bir şey gelirse, canım aklıma gelen şeyi yazmak isterse yazarım. canımın istediği gibi yazarım. yok, aklıma bir şey gelmezse, o zaman yazmam. ne yazıyim zaten aklıma bir şey gelmedikten sonra?
ne iyi yapmışsın. fiili duan ne güzel.. ağlattı beni.

oraya yazamadım. ne yazsam yakışmayacaktı üstüne.

27 Mart 2008 Perşembe

içten duygularla..

buraya neden genellikle şikayetlerimi yazdığımı düşündüm.

insanlara gülümsüyorum. yumuşak bir sesle konuşuyorum. damarıma basıldığında ya da kalbime bir taş fırlatıldığında bile tavrımı çok değiştirmiyorum.

ama içerde konuşup duran bir fatma var. insanlara, olaylara dair yorumlar getiren. kendisini yargılayıp duran bir fatma.

dıştan durgun görünen içten coşkun akan bir nehir gibiyim. burası da benim iç dünyama çok yakın..

evet, düşündüm düşündüm, bunu buldum.

buderdilenereleregideyim...

Allah'ım, yeniden o yüzbin defa edilen dua:
Bana kardeşimi geri ver! Çok özledim. Lütfen...

26 Mart 2008 Çarşamba

"bu savaş demektir."

hafakanlar basıyor. içim şişiyor. damarlarımda kan akmıyor, pelteleşiyor. nefes alırken nefesin ciğerlerime kadar giden yolu uzuyor, bir türlü gitmiyor. gözlerim bulanıklaşıyor. ağzım kuruyor. daha neler..

kendimi dövsem yine de hırsımı alamam. bütün bu rahatsızlıkların sebebinin evi toplamak ve temizlemek ve düzenlemek zorunda oluşumdan kaynaklandığını söylesem sen de beni dövmek isteyebilirsin. bu evin dışında herhangi bir yerde herhangi bir iş yapmam gerekse yahut sokaklarda kilometrelerce yürümem gerekse, başkalarının evlerini temizlemem gerekse hatta yine de zorlanmam. beni tutan sıkan bir şey var sanki. görünmeyen ama çok sağlam ağlarla her taraflarımdan sarılmışım gibi. kollarıma ayaklarıma ağırlıklar bağlanmış gibi. zihnimin çalışmaması için uyuşturulmuşum gibi. o kadar üzülüyorum ve o kadar kızıyorum ki bu duruma.

bugün bunu kırmak için bir adım attım. iki pencerenin tülünü yıkadım geri astım. ahmetin odasında çalışmaya başladım. he, bir de pilav yaptım. yarın devam etmeye çalışıcam.

dışardan çok anlamsız görünen ama gerçekte çok zor olan bir savaş bu. kendimle savaşım bu benim.

24 Mart 2008 Pazartesi

tutmayın

bisikletimle dereler tepeler aşıyorum, hız rekoruna doğru koşuyorum.
bisikletle koşuyorum evet :)

22 Mart 2008 Cumartesi

elinde matkapla bisiklete binen uykusuz kadın*

bauhause'a gittik. duvara matkapla monte edilecek bazı şeyler aldım. matkap kullanmayı öğrenince insan kendini çok güçlü hissediyor. duvarları delecek bahane aramaya başlıyor :) malesef eve geç döndüğümüz için monte işi yarına kaldı. ama bu gece uyuyamayacak olmamın bununla hiç ilgisi yok. çocukların ikisi de hasta. dakka başı uykuları bölünüyor.
bisiklete binmeye benzediğini düşündüm bugün hayatımın. hızı düşürdüğüm zaman dengesizleşiyorum. çok yavaşlarsam düşüyorum.

*ne o, birine mi benzettiniz?

21 Mart 2008 Cuma

yu-pi-es marifeti

Ben burada Kerouac okumadan önce hazırlık olsun diye Zen Budizm'ler okuyayım, ups bizim On The Road'u yollarda memphis senin nashville benim gezdirsin dursun. Sonunda olacağı buydu. Yetişmedi Müşerref teyzenin dönüşüne. Şimdi en az iki ay daha beklemem gerekecek Hümeyranın getirmesi için. Bilseydik buraya gönderttirirdik. Reva mıdır ups?
O değil de, hem internetten indirilmiş sansürlü text elimin altında, hem de tam rulonun gayet güzel yapılmış çevirisiyle kitapçıda karşılaşıp duruyoruz. Okusam veridğim siparişe yazık olacak.

Zen'den de bişey anlamadım zaten.

20 Mart 2008 Perşembe

laf u güzaf

bir gün daha bitti böyle. hamdolsun, toplandım. bütün gün evde uyumak istiyordum ama ahmet'in "hava almak" isteği annemin tedaviye gitme bahanesi beni çıkardı evden. annemi bıraktıktan sonra yağmurda ıslanıp yürüdük ahmetle. tepe'ye gittik. beğenmedik orayı. capitol'e gittik. orda da sıkıldık. hiç güzel çizgi film yok vizyonda. olsa oğlumla film seyredecektik.

mustafa'ya dedim ki bozguna uğradım ben yine. adımı sorsan söyleyemem. ben sana dua ederim dedi. onunla konuştuktan sonra yavaş yavaş iyileştim. en güzel bişey. hayatımı kurtaran kahramanım, velinimetim o benim.

beynimde beyin yok sanki. talaş torbası var. hiçbir şeyi etraflı düşünemiyorum. hatırlayamıyorum bir türlü. bir kitap okusam hayatım değişse. hangisini okusam ayşe?

19 Mart 2008 Çarşamba

Pren-sesisin

Sen hangi ülkenin prensesisin
Bir otomobilin fren sesisin
Belki ambulansın siren sesisin
Ha kamyon sesisin ha tren sesisin
Sen hangi ülkenin prensesisin!..

M.Yoğurtçu

Eski defterleri karıştırırken bunu buldum. Gene güldürdü beni ilk yazıldığı gün olduğu gibi.
Bir de senin bana yazdığın bir mektubu buldum Fatma. Mustafa'yla tanışmandan bir kaç ay önce yazmışsın. 2000 şubatı. evde adeta hapis gibiymişsin. Telefon bile edemiyormuşsun. Hiç paran yokmuş, borçların varmış. Babanın seni kene gibi gördüğünden dem vuruyorsun. Beni özlemişsin. Bir bulsan sıkı sıkı sarılacakmışsın. Ben de kağıthanedeki gazetede işe başlamışım. Demek ki Fatih'teki evden annemlere taşınmışım o sıralar. Demek ki muebbetmuhabbet kanalında her akşam chat yapmaya başladığım günlermiş.
Kısa bir süre sonra beşiktaşta buluşup benim işi bırakmamı kartvizitlere saçma sapan sıfatlar yazarak kutlamıştık hatırlarsan. Hatırlarsın. Unutma seni ne kadar çok sevdiğimi..

canım Efendim

“Size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. Kalbi üzerinize titrer. müminlere karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir.”

Salat ve selam olsun Efendimiz'e!
Allah'ım kalplerimizi, O'nun sevgisi için temiz tutmamıza yardım et. O'nun yolundan gidenlerin peşinden ayırma...

ısırgan otu gibiyim yol kenarında.

doktorumla konuştum. ilaçlara tam gaz devam dedi özet olarak. hoşuma gitmese de sözünü dinlemek zorundayım. bir filmde rastlamıştım. "yetişkin olmak tadı iyi olmayan ilacı kendi başına içmektir" gibi bişey gevelemişlerdi. bu teze göre ben küçükken daha yetişkindim. şimdi denileni yapmadığım takdirde doğacak sonuçlar yüzünden benden başka ve çok sevdiğim bazı insanların zor duruma düşmelerini önemsiyorum en çok. kendim pek umurumda değilim. ama bu iyi bir şey değil.

mustafa iki ortakla şirket kurdu. toplam üç ortak oldular yani. nano teknoloji getireceklermiş ülkemize. şirketin ismi de "gelecek nano". mecidiyeköy'de ofis kiraladılar. boyandı felan. gidip gördüm. güzel olmuş. önümüzdeki ay yurt dışı gezilere başlayacakmış. ben burda oturmayı planlıyorum. aslında planlamıyorum. dersin veya konferansın olmadığı herhangi bir gün için bir planım olmuyor. en uzak planım sabahleyin kalktığımda kahvaltı yapmaya kadar gidiyor. nasılsa her gün kahvaltıdan sonra şaşırıyorum. ben şimdi ne yapacağım diye küçük bir bunalım yaşıyorum :)

hayat enerjimi çaldırdım. mustafa çalmış olabilir. olsun, helali hoş olsun.

17 Mart 2008 Pazartesi

Vedide demiş ki:

ve burası dünya. "değiş tonton" deyince değişen şeyler hala çizgifilmlerde.

16 Mart 2008 Pazar

kendimle barışma çabaları

yıllar önce ilk arkadaşlarımdan birinin, elif'in vesilesiyle farketmiştim bir karakterimin olmadığını. çok içerlemiştim buna. ne zaman onu görsem hiç bilmediğim bir kendimle karşılaşıyordum. ne zaman onunla olsam, ona benziyordum. 5 yaşındaydım.

evet öyleyim. herkesi hemen taklit edebilirim. bütün şivelere ağzımı uydururum. herhangi bir hayat tarzının içine yerleşip hiç zorlanmadan bıraktıkları yerden yaşarım o hayatı. bu özelliklerin işe yarar oldukları hali bulmayı çok isterim..

aradan geçen zamanda elif'ten nefret ettim. biraz da büyüdüm. ama şimdilerde ne zaman yeni biriyle karşılaşsam önlerine çıkıp ben böyle de böyle bir insanım'ı ortaya koyamıyorum. en iyi ihtimalle ortaya hiçbir şey koymuyorum. kişisine göre değişiyor. bazen üç-beş görüşmeden sonra belki aylar yıllar sonra açıyorum kendimi.
5 yaşındaki kadar karaktersiz değilim ama. çok şükür. bunu bugün farkettim.

bir misafirliğe gittik. bu misafirlik çok da hoşuma gitmedi. niye gittik? hoşumuza gitmesin diye mi gittik?

neyse, döndük.

15 Mart 2008 Cumartesi

küs

yokken onsuz olabiliyorum. ama yanyanayken onsuz olamıyorum. olur olmaz ağrılar gelip yerleşiyor vücuduma. ne yana dönsem uyuyamıyorum. ayaklarımı toprağa basmak istiyorum aslında. içimden bir ses "ayaklarını toprağa bas" diyor. olur olmaz bir ses gelip saplanıyor içime. bütün dünyanın kulakları tırmalanıyor.

kes sesini.
bambaşka biri oluyorsun sinirlenince! (-asıl sen bambaşka biri oluyorsun ben sinirlenince...)

saksıda yıllanmış toprak. çiçekler istemez onu. yaban otları bile burun kıvırır. halbuki yaban otlarının burnu olduğu görülmüş şey değildir.

1 Mart 2008 Cumartesi

madness is bliss

iki gece önce karanlıkta gözlerimi açtım. delilikle aramda hiç mesafe yoktu. gözgöze geldik. feci halde ürperdim. hala ürperiyorum.

milyonlarca deli sokaklarda dolaşıyor,herkesin gittiği marketlere gidiyor, herkesle aynı otobüsleri kullanıyor. aile hayatları var, iş hayatlaır var delilerin bir çoğunun. bir tanesi de neden ben olmayayım? kimseye çaktırmadan, kafamdaki görünmez hunimle yaşayıp gitmeyeyim? olabilir.

bir de saadetin anahtarını başkalarının beni sevip sevmemesini sahiden umursamamakta (ve birilerini sevmek için kendimi kasmamakta) buldum. daha doğrusu çok önceleri bulduğum bu anahtarı nihayet kilide oturtup çevirmeyi başardım. çok aydınlık bir odaya açıldı. diskotek gibi bir yer. pek gözüm tutmadı ama gene de girdim oynamaya başladım :)

of çok pis mutluyum!

lolitayı okumak istemek

yazarının nabokov olduğunu öğrenir öğrenmez, özünde düpedüz tiksindirici olan bir şey nasıl olur da "güzel" anlatılır, sırf bunu görebilmek için "lolita"yı okumaya karar verdim. alev alatlı nabokov'u yerden yere vurmuş: bu kitabı yazdığı sırada (1939'da) dünya siyasi açıdan karmakarışıktı, katliamlar vs.. bir yazar dünyadan nasıl bu kadar kopuk olur, o sırada böyle bir kitabı yazmayı nasıl içine sindirir diye. işte ben de tam bu yüzden seviyorum nabokov'u. dünyada ne olursa olsun, onun içindeki "başka dünya"ya karışmamış. ak da dese güzel demiş, bok da dese güzel demiş. hastayım nabokov'a.
kusura bakma alev hanım teyze, yollarımız burada ayrılıyor. ne yapalım kader böyle imiş. şu "minyatür güzelliği" iltifatının hatırına gene de bir açık kapı bırakıyorum.

matrix

kendimin hayaleti olarak yaşadığım yıllar boyunca, neden cümle kuramadığımı düşündüm. hala kuramıyorum. kusuyorum şimdi cümleleri. miğde güzel olduktan sonra harika desenler çıkartabilirim. dünyaya değil, şuraya kendi halımın üzerine.

insanların ruhlarından geçen güzel şeyler, insanların ruhlarına -nasıl olup da- yerleşen çirkin şeyler, bu çirkin şeylerden bazılarının fena halde güzel şeylerle ana rahmindeki ikiz gibi sırtsırta durması, insanların gözlerinden geçen ruh haritaları, elerinden, dillerinden dökülen haliyle insanların yaşamaya tahammül ediş maceraları. ne kadar çok umursuyorum bunları. kendim kadar başkalarının içini merak eden bir başkasını daha görmedim. şimdi şunu da anladım ki üniversitede iletişim tercihi yaptıran da bu tecessüsmüş. mühendis olmak benim için keyifli bir oyun olurdu. ama benim en sevdiğim oyunum bu: ruh alemlerinin loş köşelerinde gezinmek.

ister yaparım analiz ister yapmam. sana ne? (herkese ayar veresim var bu sıralar :))