31 Mayıs 2008 Cumartesi

dereyi görmeden paçaları sıvama derler ya ben şimdi dereyi görünce de sıvamamak gerektiğini düşünüyorum. hatta bunda ısrar ediyorum. bu aynı doğmamış çocuğa don biçilmemesi gibi bir şeyde karşılık buluyor içimde. dereye girmek icab ediyorsa bırak zaten, paçaların da ıslansın. paçaların sıvalı sıvalı dere kenarlarında dolaşmaktan, dolaşmaktan, dolaşmaktan, düğüm olmaktan ve hiç dereye girememekten iyidir. yeğdir. evladır.

30 Mayıs 2008 Cuma

ilk özel ve en güzel

hatırlıyor musun bir ali göncüler vardı. hatırlamaz olur muyum heyecandan kanatları olan günler çabuk geçer filan.. deli gömleği vardı sabaha kadar. canı isterse biten porgram. sabah kalkıp okula gidilecek. olsun başörtüsümün altına kulaklıklarımı takarım. hayatımda kayan bir yıldızı ilk gördüğüm gece -ay dilek tutmak lazım şimdi- allahım boranı göreyim lütfen! gördüm de. hiç yakışmadı. öldü.
bir de kent fm aylarca kapalı kaldığında ben rüyamda görmüştüm bilmemkaç eylülde açılacak diye. resmen açıldı ya.. ister inan ister inanma. inanırsın ama sen de vardın. okan bayülgeni de iyi bir adam sanıyordum eskiden. en güzel şarkıları ben dinledim kent fmde en güzel günlerimden bir kısmını da galiba 13 yaşımdayken yaşadım. o yüzden de hep ergen kalmakta direnen bir yanım var. evet doktor ben analizimi aldım da geldim.

dünden beri o zamanların şarkıları gene bana bulaştı bunu da sadece kendim için yazdım. şimdi istesem şak diye depresyona girerim. var mı bende o göz. nanik!

29 Mayıs 2008 Perşembe

sen bana hediye mi gönderiyorsun Allahım, aldım kabul ettim, can baş üstüne..

elektrikler kesildi birden. birden hayat bambaşka bir çehreye büründü. gecenin ikisinde hayat unuttuğum varlığıyla birden beliriverdi önümde. uzanıverdi. tek yapmam gereken tutmamdı. tuttum.

bir mum uyandırdım önce. sonra bir sigara yaktım. evimin sultanahmet'i gören penceresinden siyahlara bürünmüş sokağımın ardındaki karşı'ya baktım. zaman durdu. farid farjad çalıyordu bilgisayarımda. laptopumu seveyim. zor zamanlar için elektrik biriktiren düşünceli aletim. gökteki yıldızlar örtülerinden kurtulup bana baktılar. ne de çoktular. ne de çok..

sigaramı tellendirdim. müziği sadece kulaklarımla değil, benliğimle dinledim. gemiler geçti boğazdan, cankurtaran feneri bir aydınlattı bir aydınlatmadı, sultanahmet bütün vakarıyla karşıdan bana baktı.

müzik sustu. elektrikler geldi. sigaram da zaten bitmişti. içeri girdim ışıkları söndürdüm. sonra da bu yazıyı yazdım.

Allah'ım sen ne güzel bir Allah'sın.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

kendime yeni nick buldum. bakalım nasıl duruyor:

dem bu dem

cümle kuramayabilirim. içimden geçenleri kendimle bile konuşamıyorum. geriye dönüp bakıyorum. ileriye doğru ellerimden birini alnımda siper yapıp gözlerimi kısıp bakıyor, görmeye çalışıyorum. tam ortasında, bulunduğum yerde bir curcunadır kopuyor. geçmişin bütün sırları ve geleceğin bütün vaadleriyle bir an yaşıyorum. bu an başka anlarla bütünleşip birlik oluyorlar ve an olmaktan hiçbir şey kaybetmeyip büyük bir an olarak hayatım oluyorlar. duyduğum seslerin tek bir anlamı yok. gördüğüm yüzlerin sahibi bir kişi değil. tek bir şeyin habercisi olduklarını unutmadan, o uhrevi hukuka dayanarak, konuşmuyorum. susuyorum.

metrixin içinde doğup sonra dışarı çıkanlar ve matrixin dışında doğanlar olarak ikiye ayırıyorum. hepsi hoş, hepsi güzel. hayat vaadlerle dolu.

?

hemigway 'ın babası çok dindarmış, çocukları pek sık boğaz etmiş. sonra av tüfeğiyle intihar etmiş, hemigway ne yapmış, o da av tüfeğiyle intihar etmiş. ne alakası var sabah sabah. hiç alakası yok ne yapalım.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

http://video.google.com/videoplay?docid=505780967425362114&q=nusrat
"Allah için şarkı söylerken kendimi O'nunla bütünleşmiş hissediyorum ve Allah'ın evi Mekke önümde uzanıyor. Peygamberimiz Muhammed için söylerken; sanki Medine'de mezarının başında oturuyor ve onun için dua ediyorum."

özür

cephaneni yokla. hangi yoldan devam edeceksin? ganimeti değil daha az kayıbı hesapla. doğruyu değil yanlış olmayanı seç. evlen, iki çocuk doğur. akşam için dolma pişir. yanına da salata yap. cacık da olur.

sessizlikten önceki son fırtına. saçlarınla eğlensin.. ne güzelsin. lerzesin, sessin. yok öyle değilsin. tam hatırlamıyorum afedersin

24 Mayıs 2008 Cumartesi

sevgili katilimiz dexter


ayşecim al sana öldürmenin estetiği ve felsefesi üzerine nefis bir dizi. başroldeki adamı ben başka bir dizide de seyretmiştim (six feet under) o dizi de ölümle alakalıydı. orada bu adam eşcinsel bir rahibi canlandırıyordu. bu dizideki adamın aynı adam olduğunu neredeyse ilk sezonun sonuna kadar farkedemedim. ki övünmek gibi olmasın ben hemen tanırım normalde başka bir yerde gördüğüm oyuncuları. yani adam sahiden çok iyi bir oyuncu. ama asıl iş yönetmende. zaten daha giriş jeneriğinde koparıyor.. katilimizi canı gönülden severek ve neredeyse alkışlayarak izliyoruz. şimdiden afiyet olsun diyorum.

Yolda- Jack Kerouac

üst katta bir çeyrekliği fotoğraf çektirebileceğiniz bir yer vardı. Carlo gözlüksüz poz verdi fesat biri gibi çıktı. Dean profilden poz verdi ve mahçup biri gibi çıktı. Ben ise dosdoğru objektife baktım ve anasının adını ağzını alan herkesi gebertebilecek otuz yaşlarında bir italyan gibi çıktım. ( bana hediye ettiğin kitabı nihayet okumaya başlayabildim ayşe, evet gerçekten hızlı, ) ( Fatma bu kitabı bana ayşe almıştı ve hızlı bir kitap)

23 Mayıs 2008 Cuma

amanın yetişin komşular

lost 4. sezon 12. bölümü seyrederken dün akşam gözlerim doldu. bu sabah bir kese altını kaybettiğimin farkına vardım. buraya edebiyat felsefe gezi yazısı yazalım arkadaşlar da demiş bulunmam dikkate alınacak olursa aynaya baktığımda çok güzel bir kadın görme ihtimalimde azalmalar bekliyorum.

üçe ayrılır:
bazı kitapları elimizden düşüremiyoruz ya bazıları da elimize yapışıyor. bazıları normal.
fatma senin topkapı gezintin için uzun güzel bir yorum yazdım ama sanırım blok benim görüşlerime katılmadığını için yayınlamadı. bari buradan yazayım: "orası var ya, üüf, yine git." yani yazının özü buydu. bir de ayşe hanımın getirdiği yoruma katılıp ortaya bir şey atmak istiyorum. bana ilham kaynağı veren ve bu işe vesile olan ikiz annesini öperim, hadi bakalım bismillah:
Peygamber efendimiz :" saflarınızı düzeltiniz (aksi halde) Allah'ü teala suretlerinizi değiştirir, " buyurmuştur. Müslim'in diğer rivayetinde Resulullah sav efendimiz ok düzeltir gibi saflarımızı düzeltirdi. hatta bizi alıştırıncaya kadar buna devam eti.... efendimiz safların arasına girer, bir taraftan diğer tarafa kadar dolaşır omuzlarımza ve göhüslerimize elini dokundurarak ileri geri çıkanları düzeltir ve :" safda ileri geri durup itilaf etmeyiniz, yoksa kalpleriniz de başka başka olur" ve "Şüphesiz ki Allah ilk saflarda namaz kılanlara rahmet meleklerde dua eder." buyurursu.
"zira safların intizamı namazın dürüstlüğündendir" ,"saflarınızı düzeltiniz ve sıklaştırınız. ben sizi arkamdan da görürüm"
bunun dışında saflar açık olduğunda şeytanın siyah koyun gibi araya sokulduğunu söyleyen hadisler var. buyrun. ne demektir bunlar biraz konuşalım mı? (riyazüs salihini açtım burası denk geldi)

22 Mayıs 2008 Perşembe

gezi mezi

topkapı sarayına gittim. sarayda yıllardan beri en merak ettiğim ve fakat bir türlü göremediğim şeyi gördüm, bahçede yaz akşamını.

onca projektöre ve gökteki dolunaya rağmen gölgeler birbirini kovalıyordu ve belirsiz bir bedenin beni bir gölgede görünmez kılıp elindeki iple boğması an meselesiydi.

işte ben bunu anladım saray gezintimden.

felsefeydi edebiyattı gezi mezi diye bağıran aradaşlara duyurulur :)

temizlik istiyorum

ev pis pis pis. heryerde oyuncaklar var. evin herhangi bir yerinden 1 metrekarelik bi alanı süpürecek olsam dışardan gelen biri o bir metrekarenin nerede olduğunu kolaylıkla söyleyebilir. sokakta kazı çaışmaları yaptılar ve dışardan içeriye giren toz % 400 felan arttı. o tozlar camlara yapıştı kaldı. çamaşırları katlamak istemediğim gibi katladıktan sonra dolaplara yerleştirmek de istemiyorum. çünkü dolaplarda yeterli yer yok. aman da aman! ben şimdi gidip büyük cengaverlere has bir edayla bu işlerin ortasına atlayacağım. bunları size neden söylediğime gelince, size söyleyebileceğim en zararsız şeylerim bunlardı derim. bir de evlerinizi derli toplu hayal ediyorum, kıymetini bilin derim. derli toplu olmasa da temiz olması kafi. evet bu kıymeti bilinmesi gereken narin bir konu. ve şimdi, gidip bu temizlikten ben de evim için oluşturmazsam daha fazla duramayacağım bu evde. bakmayın dağınıklığıma, pasaklılığıma. hem temizlemiyorum hem de dayanamıyorum bu kargaşaya. terkedip gitmek istiyorum. en iyisi temizleyip oturmak. böyleyken böyle..

21 Mayıs 2008 Çarşamba

hanımlar kocam beni seviyor
1- ismekten son maaşımı çekerken bankadan 200 ytl de kredi çekmeyi nasıl olmuş da başarmışım bilmiyorum. gel zaman git zaman o da faize girmiş şişmiş kabarmış, uzamış 600 ytl olmuş. ve ben de hapse girmek durumunda kamışım. akşam kocam gevrek gevrek gülerek eve girdi ve seni mapuslardan kurtardım ayşe hanım, dedi. ben de kahramanım oldum dedim. hadi bunu çayla kutluyalım.
2- pazar günü akşam altı civarı bunlar baba oğul bahçedelerde takılırken, ben de mutfakta salaksal temizlik işleri yapıyordum. yanlarına gittim. tabii kapıyı çekip. baki "ayşe ne yaptın anahtar yok biz de "dedi. beş dakka kara kara düşündükten sonra yine unutkanlığım sonucu üst katın demir parmaklıklarını kilitlemediğim ortaya çıktı. sonra baki de örümcek adamlık yapıp üst kata tırmandı ( ben de istyorum çıkmak dedim ama izin vvermedi) içeriden kapıyı açtı, ve gülerek aşağıya inip "nasıl çıktım ama" dedi. hiç kızmadı
3-şu anda hali hazıda bir üç yok ama ben bu rakamı öyle kimsesiz ortalarda bırakamdımç.
4- ne iyi oldu bu site ya. hem yorum yap hem yaz. hem ayşeye hem fatmaya, gel keyfim gel
5- senin tarifini yapacağım ayşe bir de süzme yoğurttan ayran yapacağım, kızlar çok fark ediyor, tavsiye ederim. ama şiddetle ederim.

20 Mayıs 2008 Salı

sevgili hanımlar


söz verdiğim tarif: 3-4 su bardağı un, bir çay bardağı yoğurt, bir paket kuru maya, 3/4 çay bardağı sıvı yağ, varsa yarım paket labne ve bir yumurtanın akını ılık su ile yoğuruyoruz. illa ki kulak memesi kıvamında olan hamurumuzu yarım saat beklettikten sonra içlerine beyaz peynir-kaşar peyniri rendelenmişi- maydonoz karışımlarından koyarak poğça yapıyoruz. üzerlerine de az önce bahsi geçen yumurtanın sarısını güzelce (ama bak burası çok önemli) sürüyoruz. nazar değmesin diye de çörekotlarıyla süslüyoruz. tepside 5 dk beklettikten sonra bu sırada 170 dereceye gelmiş olan fırında pembeleşinceye kadar...sonra da afiyetle...

aytepe adı verilen cennetin dünya mümessili mekanda üç gün geçirip döndük. apartmanda yaşayan adamla bahçeli evde yaşayan adamın yaşam kalitesi arasındaki farkın büyüklüğünü düşünüp duruyoruz dünden beri. çok büyük gerçekten. hele de adam çocuksa.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

19 mayıs

ankarada 19 mayısı kutluyoruz. dışarıda kahvaltı yaparken sürekli anonslar ve marşlar dinliyoruz. Oğlum anneannesinin bayramını kutlamak istedi. eh kandil ve dini bayramlardan sonra bu da varmış. bayramınız kutlu olsun arkadaşlarım.

18 Mayıs 2008 Pazar

zırva

bir dergiye bir yazı yazdım. ama yalnış anlaşıldım sanırım. yazıdaki bilgilerin elbetteki hepsi doğru değil. ama herkes doğru zannetti. halbuki yazı sanatının ikiyüzlülüğü diye bir şey var değil mi? şimdi tefe koyuldum. neyse ki cüretkar bir şey yazmamışım. yazı aşağıda. hadi bakalım. sıkılmadan sonuna kadar kim okuyacak



Annem yaşlandı. Hastalıklar vampirler gibi sivri dişlerini bedenine taktılar. İlaç şişeleri, merhemler, iğneler, suda eriyen kapsüller mutfak dolaplarından başlarını çıkarıp onu izliyor. Bu tıngır mıngır kadının bir kör gibi ellerini ileriye uzatarak buzdolabına doğru ilerleyişine bakıyorlar. Bir yeri acırken annem genelde böyle hareket eder. Kolları az önde yürüyen görünmez bir şifayı sırtından yakalayacakmış gibi uzanır.
Kör olmayan kör kadın sonunda buz dolabına ulaştı, soğuk su torbasını bulmak için derisi bollaşmış elleriyle buzluğu karıştırıyor. Çünkü başında bir şişlik var. Aslında biraz şişlik biraz da içeriye çöküklük. Yirmi dakika kadar önce oldu. Yolda yürürken dengesini kaybedip yavaşça, sanki ağır çekimdeymiş gibi yere düştü ve başını kaldırıma çarptı. Önce her şeyi siyah görmüş olmalı. Belki de parlak bir ışık görmüştür. Bilmiyorum.

Onun otuzlu yaşlarını hatırlıyorum. Çok güzel bir kadındı. Evin içinde tuzlu gözyaşları dolaşırdı. Komşular oturmaya gelir, komşular ellerinde dantellerle gelir, komşular başlarının üzerinde görünmez haleleriyle gelirdi. Evin içinde annemin geniş kahkahaları dolaşırdı. Sanırım annem herkes kadar mutlu oldu ve pekçok insan gibi hayatta çok mühim bir şeyi ıskaladığını belli belirsiz hisetti. Belki de hissetmedi. Bir çoğumuzun aksine ıskalamamış da olabilir. Nereden bilebilirim ki?
Annemin gençliği uzun sürmüştü. Zamanın tırnakları onun etine yavaşça girmedi. O birden bire yaşlandı. Her sene birkaç çizgi çubuk yerleşeceğine hepsi birden birkaç ayda yapıştı suratına. Akrep ve yelkovan onun yüzünün üzerinde dolaştı sanki o yıl ve her kımıldanışlarında bu eşsiz suratı yırttılar. Kötü bir dönemdi onun için, kötü olduğunu biliyorum çünkü bunu ona ben yaşattım.

Şu anda altmış beş yaşında, beş yaşındaki torununa altmış beşin nasıl bir rakam olduğunu göstermek için iki elinin parmaklarını altı kez açıp kapadı: “ Bak ben senden, bu kadar bu kadar bu kadar... büyüğüm” dedi gülümseyerek. Torun da çok sevimli bir şey, dudaklarını şaşkınlıkla süsleyip: “Sen ölecek kadar büyüksün, filmlerde adamlar nasıl ölüyor biliyor musun büyükanne, öyle değil sen vurulmadan da ölebilirsin...” dedi.

Annem buz torbasını bir avuç kalmış saçlarının arasını açarak kafa derisine yapıştırdı. Eskiden bu saçları zapt edebilmek için örmesi gerekirdi. Onun o örgüyü çözüp saçlarını taraması büyülü bir şeydi benim için. Özgürlüğe kavuşan teller kıvrılır, tarak bu buklelerin üzerinde bir sevgili dokunuşu gibi hareket eder, saçlar simsiyah gülümser... Halbuki şimdi... Şimdi daha güzeller.

Buz torbasını masanın üzerine bırakırken “ İyiyim iyiyim” diyor lekelerle dolu bir sesle. Kiminle konuşuyor? Benimle mi? Yoksa odada görünmeyen ama ikna edilmesi gereken bir hayalet mi var? Bir fısıltı: “İyiyim, iyiyim.” Midesine, cildine, kalbine yığılan hastalıkların bir kısmı da sesinin üstüne çıkarma yapmışlar. Savaş ardından yağma edilen bir kasaba gibi annemin sesi de talan edilmiş: Kısılmış, yırtılmış, tartaklanmış... Belki fena anılar da bu sesi dişlemiştir. Mesela oturma odasındaki on dört yaşındaki kızın bu işte parmağı olabilir. Annesine “Senden nefret ediyorum, asla senin gibi olmayacağım” diyor. Küstah mı? Belki de sadece genç. Hayır sadece aptal. Yeryüzünün kendisi için yaratıldığına inanıyor. İnsan on dört yaşında bile böyle bir palavraya inanmamalı. Neyseki o kız artık on dört yaşında değil, annesi de ondan böyle korkunç sözler işitmiyor. O kız tansiyonunu ölçüyor şimdi annesinin. Büyüğü on iki, küçüğü sekiz. Bir de şekere bakalım. Yüz on. O da iyi. Yine de doktora gitmemiz lazım. Hafif bir ses yuvarlanıyor: “İyiyim, iyiyim.”

Birden annemin farklı yıllardaki halleri mutfağa doluşuyor. Otuz yaşlarındaki annem karşıma geçip: “İyi değil, iyiyim dediğine ne bakıyorsun, hadi kalkın doktora gidin” diyor. Kıpırdamadığımı görünce: “Şimdi, hadi çabuk ol” diye sesini yükseltiyor. Ayağa kalkıyorum ama elli yaşlarındaki annem omzuma bastırıp beni oturtuyor: “ Bağırma, o ne yapacağını biliyor” diyor otuz yaşlarındaki anneme. Ama otuz yaşlarındaki annem bunu nasıl anlasın? O çocuğunun kendi kendine karar verebileceğini asla düşünemez. Halbuki elli yaşındaki annem bunu pekala biliyor. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarını düşünüyor olmalılar. Ama tanıdıkları kadınlar gerçeklerine benzemiyor. Ben elli yaşındaki anneme dönüp “Haklı, gitmeliyiz” diyorum. Arkada duran kırklı yaşlarındaki annem de bir baş sallayışıyla beni destekliyor. Annemin faklı senelerdeki bedenlerinin arasından geçip fortmantoya gidiyorum. İşte beyaz bir atkı.Yaşlı kadının başının üşümemesi için gerekli. Çekmeceden bir de ufak bir havlu almalıyım. Sırtı terlerse koyarız. Mutfakta elleri titreyen, başını öne eğmiş, hafif kanbur olan altmış beş yaşındaki kadından şöyle bir ses çıkıyor: “İyiyim, iyiyim”

16 Mayıs 2008 Cuma

yusuf hasta yine. dolayısıyla ben de yine uykusuzum. başımı kaşıyacak vaktim var ama öyle yorgunum ki. ama yine de kendim kaşıyacağım.
çok konuştum yine. çok susasım var. susadım hem de.

15 Mayıs 2008 Perşembe

anca

30 yaşında ergenliği henüz aşabildiğimi anlıyorum. olsun bu da bir şeydir; ölene kadar da aşamayabilirdim. muhtaç olduğum sefil kudret genlerimde mevcuttu zira..

makyaj

makyaj bir göz boyamadır. muhatabımızın gözünü boyarız, kendi gözümüzü boyayarak.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

alıntı

- size bir yalan... ayşe hanım geliyor.

herkes pencereye giderek baktı.

- size bir yalan... dediğim halde, gene de baktınız! işte dünya da böyle. yalan olduğu biline biline kanılıyor.

ceza

ya beni de aranıza alıp oynattığınız için teşekkürler hala alenen küfür ettiğim için kendime gelemiyorum. küfürü bana yasaklar mısınız? acayip utanmakla birllikte acayip bir şekilde utanmamaya doğru kayıyorum da. Kim bana ceza verecek? Ayşe versin. sanırım o fiziksel uygular. Fatma sen verme, sen fiziksel uygulamazsın.

11 Mayıs 2008 Pazar

sanırım başardım

sanırım başardım. evet. ben gerçekten değerli bir şey oluyorum bilgisayarın çok karakterli kişiliğine karşı parça parça zaferler kazandıkça. adıma şampanya patlatasın geliyor. sonra da gidiyor. zira haram. bugün Ales'e girdim. sözel sorular çok eğlenceliydi. Matematik değil. soruların çok basit olduğunu hissetmeme rağmen bu hissimi şıkır şıkır soruları yanıtlayarak doğrulayamadım. Ya ben matematik bilmek istiyorum, en azından MAT 1, ne olur istediklerimizi yerine gelse hemen. Cin çıksa ve "okey tatlım, hadi senin için basit bir şeyden kümelerden başlayalım ne dersin" dese. ben de " olur hemen başlayalım" desem. matematiği cinin varlığıyla büyülü, konuşmanın biçimiyle zevkli, olayın içeriyle faydalı hale getirsek. Tüm bunlar olmıcak ama di mi? bu sayfada küfür serbesti: ha siktir

8 Mayıs 2008 Perşembe

hem hem de

alpella riva latte keyfi. chocolat'daki kadın kesin bana bunu verirdi en sevdiğim çikolatam olarak. ama "after eigth de olabilir senin favorin emin olamıyorum" derdi. olsun vienne bacım ben de emin olamıyorum, duruma göre değişir, sıkma canını derdim. bir de çok beğeniyorum sizin zerafetinizi derdim yani genel olarak. yanlış anlamayın.

küfürlere özgürlük

bundan sonra sayfamızda küfretme özgürlüğü olsun. başka yerde olmasın da burada olsun. ağzımıza yakışmıyor ama yazılsın bari. kadınlar küfrederken mesela (ay çok afedersiniz) "s.kym" ya da muadili laflar çok salakça oluyor diye düşünüyordum. çünkü nasıl yapsın, gerekli ekipman yok (bana imkan tanınsa oo neler yaparım :))bugün düşündüm sanki erkekler gidip yapcak da. öyle laf olsun diye söylüyor işte. iyi de yapıyor.
tadımız bozulmasın da ağzımız bozulsun yerli yerinde. zaten fatma da dedi ki:

fatmam says:
başka hiçbir şekilde anlatamayacağın kelime dizimleri argoda vardır
fatmam says:
tam anlatmak istediğini anlatır

ona da başkası demiş. oktay galiba. psikolog bey.

nasıl adam öldürülebilir?

herkes adam öldürebilir. yeter ki arkasından çekeceği azabı bir an aklından çıkarmayı başarsın. boğazı kesmek ya da tetiği çekmek için kısacık bir an yeterlidir. o an için mesela bu kış doğalgaza acaba ne kadar zam geleceği düşünülebilir veya mor bir belediye otobüsünün boğazdan karşıya uçarak geçtiğini hayal edebilirim.
sadece tetikteki parmağım veya bıçağı tutan elim kalmalı. beynin ilgili kasları kontrol edecek mekanizması otomatiğe alınmalı. tereddüt kusursuz bir can alımına engel olabilir. o kopuş anında zihnin uzaklaşacağı adresi önceden planlamak gerek.

mor otobüs beşiktaş iskelesine konarken kan bulaşacaktır biraz tekerleklerine. gene de hakettiyse öldürmek lazımdır insanları. mühim olanın hayatta kalmak olduğuna hayatta inanmam. (öldürseler inanabilirim belki ama)

her sabah böyle, böyle bir sabah.

beynimi delen korkunç bir gürültü uyandırdı beni bu sabah. bir taraftan içimden şimdiye dek hiç kelimeye dökülmemiş küfürler yine kelimeleşmeden geçip durdu. diğer taraftan da aklı başında tarafım içten içe sevindi durdu. bu gürültüde hayatta uyuyamazsın, kalkmak zorundasın işte, diyerekten.

gerçekten de o gürültüde uyuyamam. kalktım. saat dokuzdu. bir saat oyalandım. bu oyalanmak öyle boş bir şey ki, bir saatin sonunda eline geçen hiçbir şey olmuyor. aynı hayatımın büyük kısmı gibi. saat on oldu. sonra ayşeyle konuşmaya başladım. arada da kahvaltı hazırlığı yaptım. saat onbir oldu. kahvaltıya oturdum. ahmeti ve kendimi doyurdum. saat oniki oldu.

sabahları her zamankinden daha yavaşım. güne akşamdan sonraki gücümle ama sabah erken başlamak istiyorum.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

özgür

dilin aslında vermediği imkanları zorla almak şeklinde edinilmiş harika bir uslup. yazıyla hala yeni bir şey yapılabileceğinin ispatı, yorulmadan hem de zevkle. o kadar çok beğendim ki 029ur'un blogunu. bak sağ üst köşeden link verdim.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

sapkının seyir defteri

okuduğum, izlediğim şeyleri buraya not edeyim de unutursam geri dönüp bakabileyim.
filmin adı crash (çarpışma) 2004'te yapılmış. ben yeni seyrettim. Poul Haggis yazmış yönetmiş. çok beğendim. zenci kadının araba yangınından kurtarılmaya çalışıldığı ve küçük kızın vurulduğu sahnelerde ağladım. hatırladığım kadarıyla en son kill bill 2'de bill'in kalbine ölümcül darbe indirildiği anda ağlamıştım. filmlerde çok zor ağlayan bir insan olmamakla birlikte kendimce bir seçicilik politikası gözetiyorum.
filmde olayların bir akışı yok da hayat parçalarının birbirleriyle orasından burasından rengarenk ince kimi zaman kalın ipliklerle birbirlerine bağlanması suretiyle örülmüş güzel bir doku olmuş. amerikadaki ırkçılık meselesini her açıdan kavrıyor insan. bir de amerikan history x vardı. onun da konusu ırkçılıktı sanırım. edward norton'umuzu o filmde bir daha sevmiştik fight club'dan sonra. aslında fight club daha sonra çekildi. en sevdiğimiz bir filmdir hem de.
bir de bugün chocolat'ı seyrettim. 2000'de çekmişler.
o juliet binoche'un zerafeti, o hanım hanımcık halleri.. minicik elleriylen çikolataları böyle tıngır mıngır karıştırmaları olsun, hayattan alınabilecek zevkler, hayattan alınabilecek zevklerden korkan insanlar, bir yerlere sığamamak, kurallara uyamamak, ama bir de kuralları zevkli bir uyum içine sokabilirsek nasıl da mutlu olabilmek ile ilgili konusu olsun... beğenimi kazandı, içimde kiloş etekler giyip fır fır dönme arzuları uyandırdı film. yalnız amerikan sinemasında hayatı güzelce yaşamak ile dinin birbirlerine karşıt şeyler olarak karşımıza çıkartılmasının bir örneği olması açısından da biraz gıcık oldum filme. görüntü yönetmeni ben olsam daha iyi bir iş çıkarabilirdim ayrıca böyle bir malzeme ile. o kadar söylüyorum. johnny depp de bir ara geldi gitti (sonra gene geldi, üzülme ;)). 1979 yapımı hair'da george berger diye bir tip vardı onu hatırlattı bana oynadığı karakter (reux). Çok sevmiştim o adamı ben. 13 yaşındayken fimi belki yüz defa seyretmiştim. yanlışlıkla vietnama gidip orada ölen savaş karşıtı bir hippiydi. let the sun shine in let the un shine in kafamda çınlayıp durdu yıllarca. kişiliğimi kurarken araya karışan tuğlalardan birisiydi. ama adamın son haline baktım o
zamanlar tabi yirmilerinde filan. şimdi olmuş dede.
bir de guguk kuşu vardı yüz defa izlenen filmlerimden, mc murphy (sağda) karakteriyle beni benden alıp yeni bir ben yapan. normal nedir, deli nasıl olunur, delilikle nasıl güzelleşilir onu anlatır. aslında ben önce kitabını okumuştum bunun. ken kesey yazmış. gene yaşım 12 13 filan. aşık olmuştum bu hayal adama. çok iyi hatırlıyorum kitabın son sayfalarında ellerimin titrediğini . sonra günlerce uyuyamamıştım.