11 Aralık 2010 Cumartesi
jora! sen bizim! her şeyimizsin!
jora, sen susarsan her şey susar.
sen konuştukça cıvıl cıvıl olur kainat. yıldızlar parlar, gökkuşağı çıkar, kızlar şarkı söyler.
biz, sessizliğini çizmemek için ses etmeyiz. konuş dersen konuşur, otur dersen otururuz. büzülünce büzülür, süzülünce süzülür.. eller, şak şak şak! ayaklar, rap rap rap!
yani biz, dünyadaki diğer her şey gibi değil, senden bir parça olan biz.
ya!
8 Aralık 2010 Çarşamba
benden sarkan balkon
bacalar kara dilleriyle dedikodusunu yapıyorlar onun
kadınları lunapark ışıkları sanıyor çünkü balkonumuz
çünkü gençken kamyonların arkasında seyahat etmeyi dilemiş
bir de karşıki balkonun parmaklıklarına dokunmak için
el istemiş Tanrıdan
saksıdaki çiçeklere küfürler öğretiyor bu balkon
havaya kaldırılmış birer yumruk olduğuna inanıyor yıldızların
boynuna kolyeler takıyor demirlerine çarpıp ölen kuşlardan
uykusunda “yıkın beni” diye bağırıyor
zaten bu balkonda çay içerken uçuruma düştü annem
babam da vardı bir ara, sanki gündüz açık unutulmuş bir lambaydı
balkon, babamın sırtına bir yıldız saplayacakken vazgeçti
çünkü üzerine yuva yapmış şarkılar vardı
29 Kasım 2010 Pazartesi
bu akşam bütün meeyhaaneleeriiiniiii..
22 Kasım 2010 Pazartesi
alıntı
Onk. Dr. Halûk Nurbaki
Nurdan Anneler - Damla Yayınevi
Sayfa: 84
13 Kasım 2010 Cumartesi
dertleşme
fıtr bayramında olduğu gibi içim sevinçle dolu değil. biraz endişeliyim açıkçası. boyumu ölçüp ölçüsünü bana vereceklermiş ben de alacakmış gibi. bir endişe.
hazırlanmak için iki günüm kaldı ve saat hiç utanmadan 05:54'ü gösteriyor.
12 Kasım 2010 Cuma
hatun dayanışması
11 Kasım 2010 Perşembe
10 Kasım 2010 Çarşamba
şiir
jet lag ama slow olanından
galiba amerika saatine ayak uydurdum. daha uykum gelmedi.
hiç uyumasam, diyorum her sabaha karşı böyle. ama dizlerim ağrıyor. uzanıp yatmak istiyor vücudum. e yatınca da uyuyorum haliyle. uyanıyorum sonra, 3-4 saat kadar ileri bir vakitte. uykumu da almış oluyorum. ama diyorum ki, daha çok az uyumuşsun, biraz daha uyu istersen. isterim! diye cevaplıyorum kendimi, kendimi uykunun yumuşak kollarına bırakıyorum. ve en erken 3-4 saat sonra uyanıyorum tekrar. hayat böyle gidiyor.
ben bunları buraya yazdım ya, değişir artık. zaten onun için yazdım.
ama bunu da buraya yazdığım için artık değişmeyebilir. zaten nötrlemek için yazdım.
hepsini birden sadece canım istediği için yazdım.
tam on saattir kimseyle konuşmuyorum. o sebepten.
4 Kasım 2010 Perşembe
şiştim ama patlamadım
30 Ekim 2010 Cumartesi
fesupannallah
'sen de hayvan mısın? insan!' desem ikaz.
bir birini bir diğerini söyleyip duruyorum kendime. hiçbir işe yaramıyor.
28 Ekim 2010 Perşembe
kafa ütüleyici
diyeceğim o ki iki gündür italyan ve isviçre'li arkadaşlarımla mesai yapıyorum. hayır, onlar için türkçeyi güzel konuştukları rahatlıkla söylenebilir ama benim için, evet denemez.
27 Ekim 2010 Çarşamba
insan kokusu
26 Ekim 2010 Salı
fena halde paylaşmak
sobanın üzerinde eriyor başarısız polis
arabanın torpido gözünde saklıyor askerde yediği dayağı
hakem düdüğü çalınca televizyonun camını kırıp stada atlayan
dört oğlu var
paraşütle iniyor salona misafirler
çay bardaklarının içine sıkıştırıyor karısı onları
telefon çalıyor: “üç sene önceden arıyorlar baba” , “yok de”
masrafları kısıp bir türkü almak istiyor ne zamandır
halıya bir sürü kavga dökülmüş elektrik süpürgesini açıyor
başarısız polisin yüzüyle arası beş dakika
yürüyerek gidiyor
25 Ekim 2010 Pazartesi
ağzın bal yesin hakan abi!
24 Ekim 2010 Pazar
sakin
böyle ansızın gelen çırpınışlarım, ihtiyarlıktan.
22 Ekim 2010 Cuma
yıldırımın vidalarını gevşetip gökten söken Rabbim
günlerin içindeki mayınları – ben yaşamadan- fünyeyle patlatan Rabbim
yine düşüyorum
bir kutu uyku hapına benzedi yine yaşamım
evdeki saksılarda yine plastik çiçekler büyümeye başladı
beni yırtar mısın yine kendimden
bir sürü kez yırtmıştın hani
bir sürü kez
bavulumun içindeki çamurlu günlerle kapına gelince gülümsemiştin
21 Ekim 2010 Perşembe
Aliya
bir insan ne kadar sevilebilir? bir lider nasıl sevilir demiyorum, bir insan ne kadar sevilir diyorum. onun cephe arkadaşlarını dinlemeliydiniz.. dehşetti.
bizim gurupta mavi marmara gemisinden de üç kişi vardı. bunlardan biri aynı zamanda aliyanın cephe arkadaşı bir türk doktor. " Onu çok özlüyorum" cümlesini söylediğinde - söyleme şeklindeki yara bereden- masada kimse uzun zaman ses çıkaramamıştı. mezarının başında elini kalbine götürmüş bir asker bekliyor şimdi. vasiyet ettiği gibi şehitlerinin arasında yatıyor.
en güzelinden bir fatiha. savaşta el yapımı bir keleşle düşmanın ortasına atlayan on yedi yaşındaki bir çocuğun dudaklarındakine benzeyen bir fatiha...
18 Ekim 2010 Pazartesi
adam beş taş çıktı
neyse bunları veletlerin buloğunda yazacaktım, asıl burada değinmek istediğim şey çiftliğin sahibi abimiz. konuşurken bu abi kendi keyfi için çiftliği satın aldığını söyledi. ata binmek tutkusuymuş. sonra çiftliği duyan tanımadık bir sürü insan "misafir kabul eder misiniz" deyip kapıya dayandığı için işletmeye çevirmeye karar vermiş. ama çok üzüldüğü bir şey varmış çünkü burayı alırken motorsitletini satmış ve sekiz aydır motora binememek onu delirtiyormuş. laf lafı açınca öğreniyoruz ki abi bayağı bayağı motorcuymuş iki arkadaş motorla avrupayı gezmiş. sonra her sene başını alıp gitmeler de cabası. bir keresinde romada motorunu çalmışlar. roma polisi berbatmış zincirler takan lakayt adamlar. motoorun çalındığı yer gösterilince "zaten park yasağı olan yere park etmişsin" demişler. ne çözüm ha. neyse adam roma mafyasındaki zayıf halkaya para yedirmiş, yeraltına inip birileriyle burun buruna gelip kavga etmiş, sonunda da almış malını mülkünü. Zevcim burada bir soru sordu : dövüş sporlarından anlar mısınız neye güvenerek kafa tuttunuz? Adam bir de tekvando beşincisi çıkmasın mı? neyse ki çocuklar açlıktan çıldırdı da gerisini öğrenemedik.
sevinç göstergesi
sahafın tezgahına bakarken bir hikaye kitabı buldum. kerr u ferli yazarlarımızın çocuklar için yazdığı hikayeleri içeren bir derleme. iş bankası yayınlarından çıkmış ama aslında bu ayrıntılara gerek yok, biliyorum. gevezeliğim üstümde. işte amca ile coğrafyalardan, romanlardan, kitaplardan, insanlardan, yaştan, yaşamın özünden, ve saireden bahsederken elimde bu kitap vardı. onu alacaktım almasına da bir kitap 3 iki kitap 5 liraydı. almayı isteyeceğim ikinci bir kitap aradım çarçabuk gözlerimle, amca ile vedalaştıktan sonra. işte bu kitabı buldum.
yeni aldığım her şey gibi ona da bir süre tanıdım evin atmosferine alışması için. ben de o yeni şeyin varlığını kabullendim içimde. yani ki bir hafta kadar kitaplıkta, kitapların üstünde eğreti bir yerde bekledi.
geçen gün bir mahzuniyet vardı üstümde. sebebini üç aşağı beş yukarı biliyordum ya yapacak bir şeyim yoktu. herhangi birine söylesem, sanırım onun da yapacağı bir şey olmazdı. "dünyada katillerin var olması" gibi bir meseleydi hemen hemen. değil tabii, ama onun gibi üzülünen ama değiştirilemeyen bir şey.
oturmuş kuzu kuzu acımı çekerken, kitaplıktaki kitaplara ilişti gözüm. gidip aslında aldığım günden beri içindekileri merak ettiğim karikatür albümünü aldım, karıştırmaya başladım. öyle eğlenceli esprilerle karşılaştım ki finalden bir durak önce şöyle diyordum kendime 'iyi ki son anda bu kitabı almışsın. ne iyi oldu, tam da şimdi.'
o ruh halimi silip oturduğum yerden kahkahalar attıran bir kitapla nasıl da neşelendiğimi gören oğlum yanıma gelip salça olmaya başladı. 'onu da bana mı aldın? benim kitabımı mı okuyorsun?' hayır, dedim. 'o benim. ama istersen okuyabilirsin.' o, okuyacağını söylerken ben de kitabı karıştırmaya devam ediyordum.
evet, hep öyle yapıyorum, sondan başa doğru tarıyorum kitapları.
işte o son noktada, yani kitabın ilk sayfasında, yüzüm gülse de içimde kalan eziklikle yaşamaya devam ederken şununla karşılaştım:
içimdeki hüzün kazınarak çıkarıldı bir anda ve hiç acımadı :)
16 Ekim 2010 Cumartesi
sevinç
ne güzel bir allahımız var :)
15 Ekim 2010 Cuma
kırık
14 Ekim 2010 Perşembe
what then.. what then??
12 Ekim 2010 Salı
maraton
maraton bitince bize madalya dağıtmışlardı. boynumuza asıp taksimde kasım kasım kasılarak bir iki tur attıktan sonra hızımızı alamayıp bir de eminönüne dek yürümüştük. yağmur vardı. ne pis üşütmüştük ardından. ya böyle işte...bu hafta sonu gene var.
canımız çekti
8 Ekim 2010 Cuma
tembellik
deklare
göç
yine de bir yeri kendime yurt edinmem lazım. ben öyled koca gönüllü adamlardan değilim.ankaraya barış çubukları uzattım bu sebeple. o kadar da fena bir yer değil. temiz bir cildi var. mesela eski ankara, ankara kalesinin etrafı. deli gibi kokuyor. kokla da çıldır. sonra tacettin dergahı var. ayrı bahis. sonra araki bulasın arvası hazretlerinin türbesi. tam bir saklanmaç. zübeyde ablam var bir de. az görüyorum ama teramicin gibi. kendince bir meryem. bana rüyamda onunla tanışacağım müjdesi verilmişti. neyse, birden bire fark ettim ki ben burayı sevmeye başladım. döneceğime inancım hala var ama buradan ayrılırken özleyeceğim şeyler olacak. acayip şeyler işte. dün tiyatrodan çıkarken anladım bunu. yağmur yağıyordu ve herkes tek tipti
7 Ekim 2010 Perşembe
yok
yok.
sultanahmet'in kandilleri var, karanlığı.
yok.
cankurtaran feneri bir aydınlık bir karanlık, kararı.
yok.
6 Ekim 2010 Çarşamba
5 Ekim 2010 Salı
uzun yoldan
kazakistan'dan sonraki kısımda ise artık sefaletin dibine vuruyorlar. başlarda kamerayla karşılaşınca gençleri özendirmemek için saklanan sigaralar yolun çileleri arttıkça elden düşmez oluyor. saç sakal birbirine karışıyor. sergey adında ihtiyar aksi bir rus doktorları var, "manyak mısınız oğlum size rahat mı battı çoluğunuz çocuğunuz var, bizi de peşinize taktınız tööbe" diye ikide bir ayar veriyor bunlara. geri dönmek mümkün değil, yola devam etmekten başka bir seçenek yok. bir süre sonra, ne kadar yol geldikleri, ne kadar daha gidecekleri gibi hesaplar önemsizleşmeye başlıyor. "sadece yolda olmak" zevkini yaşamayı onun dışındaki herşeyden soyutlanmayı öğreniyorlar.
1 Ekim 2010 Cuma
başkasının macerasını tecrübe etmek
30 Eylül 2010 Perşembe
o şit!
eskilerin sadabat dedikleri yerde bir camiydi bu. hala hatırlayamıyorum, oraya nasıl gitmiştim. hala ağlıyordum. sonsuz üzgün.
sonra birden telefonla konuşur oldum. hatırlayamıyorum sen mi aramıştın, yoksa ben mi seni. sonsuz üzgün, sonsuz ağlıyordum. hatırlayamıyorum anlatmış mıydım, anlatmadan mı anlamıştın, hatırlayamıyorum.
telefonu ne zaman kapattık, hatırlayamıyorum. sonra ne oldu, hiç..
sadece hissettiklerim ve tek bir cümlen var. ölümüme hazırlanan film şeridinde muhakkak sahne alacak bu perdeden. açık seçik..
işte aynı öyle hissediyorum.
ne bir cami avlusundayım. ne bir telefon var. ne tek damla göz yaşı.
27 Eylül 2010 Pazartesi
25 Eylül 2010 Cumartesi
bizde numara yok
24 Eylül 2010 Cuma
23 Eylül 2010 Perşembe
kayış koptu
soru 1- onca zaman neden nette yoktum ayşe?
cevap 1- çünkü uyuyordum, hamileler uyur.
selametle
22 Eylül 2010 Çarşamba
var olmak
21 Eylül 2010 Salı
virgül
işte hayat böyle geçiyor.
20 Eylül 2010 Pazartesi
12 Eylül 2010 Pazar
bugün
11 Eylül 2010 Cumartesi
bayram o bayram ola
siz de mübarek olun. herkesler herşeyler mübarek olur o zaman aslında.
temennâ
2 Eylül 2010 Perşembe
koku
28 Ağustos 2010 Cumartesi
"artık seni sevmiyorum"
4 Ağustos 2010 Çarşamba
neredeyim nerede
11 Haziran 2010 Cuma
zaman
hastane
kimse kıza acımıyor. ne de olsa o bir nankör. diğeri mi, hani sayesinde bir iş sahibi olduğu, evine ekmek götürdüğü bakıcı kız? o nankör olur mu? o değil canım...
yol
10 Haziran 2010 Perşembe
böcek ilacı “içimizden geçenleri” öldürür mü, demiştin
sahildeydik,
havaya zıplayan sokak dansçılarını martılar yiyordu
hayatın cüzdanındaki fotoğrafını gösteriyordun bana
bak diyordun nasıl da kargacık burgacık çıkmışım
yeni eve taşınırken kamyondan düşen bir eşyaya bakıyorduk halbuki
ben üzülüyordum senin için
simsiyah bir müzikle kefenlenmiştin
derini yırtan notaları bıçak gibi çekip çıkarmıştın
sahildeydik,
çay içiyorduk, besbelli vasati kırk çöpten biriydik
gökten bir hostesin koparıp attığı gaz maskeleri yağıyordu
şemsiyemizi açtık,
bir kedi hop deyip atlamıştı ruhumuza
matematik defterleri gibi kare kare miyavlıyordu
çay içiyorduk, söylemiş miydim demli bir sahildeydik
aslında dedin henüz 1. raund, başarabiliriz
zaman her gün “play again” tuşuna basarken kırabiliriz parmaklarını
ruhumuzdaki kedi hırlamaya başlamıştı
sahil uzayıp büyümeğe başlamıştı
dünyayı pudralı göğsünden arka sokaklarda mıhlamaya karar verdik
kıldığımız bir namazı kuşanıp, savaşacaktık vahşilerle
başımız zonkluyordu
ağrı kesici tabletinden bir hadis çıkarıp çayla içtik,
söylemiş miydim demli bir sahildeydik
2 Haziran 2010 Çarşamba
8 Nisan 2010 Perşembe
veda
(Not atatürkün yaverinin onun ölümüyle dayanamayıp kalbine kurşun sıktığını öğrenince o duyguyla ilgili film çekmek istemiştim. livaneli önce davranmış. kim önce davranmıyor ki)
29 Mart 2010 Pazartesi
subliminal
http://www.3y1d.com/subliminal-mesajlar.html
24 Mart 2010 Çarşamba
mazeretim var.
ne biz biziz, ne siz sizsiniz, ne onlar onlar.
onlar sizsiniz, siz bizsiniz, biz kimiz?
bittabi. elbette. pek ala. ne ala? allaallaa...
yok, 'ya ben söylemeyeyim de öleyim mi'
var. 'evet öl gerekiyorsa'
herhalde, 'ölmekten korkmam ben. istersen şimdi de.'
belki de 'o zaman o rüyanda o öleyazarken, oracıkta, neden kalakalmıştın?'
şimdi de, belki de, herhalde, var bir bildiğim. yok 'kendimden' gizlediğim. bittabi bu zor.
zor bizim göbek adımız kızım. ben sen o. biz siz onlar. hepsi aynı kapıya..
18 Mart 2010 Perşembe
17 Mart 2010 Çarşamba
beceriksiz
13 Mart 2010 Cumartesi
çalıntı
Süleyman Çobanoğlu (Aşk ile Hain kardeşten)
Aşağıda alıntıladığım da hayriye ünal'ın bloğundan
ONE SHOT
The Deer Hunter (Avcı) filminde bir Rus ruleti sahnesi vardır. Herkes bilir. Olasılıklı ölümden iyisi, kesin olan. İki kurşun daha! Normalde Rus ruletinin matematiksel modeli şöyle, başlayan daha şanslı, yani daha cesur olan.
Patlama | olasılığının seyri | yaşama olasılığı |
1 | 1/6 = 0,1(6) = 16,(6)% | 5 / 6 = 83,3% |
2 | 1/5 = 0,2 = 20% | (5 / 6)2 = 69,4% |
3 | 1/4 = 0,25 = 25% | (5 / 6)3 = 57,9% |
4 | 1/3 = 0,(3) = 33,(3)% | (5 / 6)4 = 48,2% |
5 | 1/2 = 0,5 = 50% | (5 / 6)5 = 40,2% |
6 | 1/1 = 1 = 100% | (5 / 6)6 = 33,5% |
11 Mart 2010 Perşembe
hesap
hayat çizgimin beş sene önceki haline oranla kısalmışlığına bakıp bir hesaplama yaparsam en fazla 15 sene daha yaşarım.
bu da benim 45 yaş civarında öleceğim anlamına gelir. 90 yaşında ölen biriyle 45 yaşında ölecek beni kıyaslarsam, benim her bir seneme onun iki senesi denk gelir. yani ben bu durumda 90 yaşında ölecek kişinin 30 sene evvelini yaşıyorum demektir. 90'dan 30 çıkarırsak geriye 60 kalır ve aslında 60 yaşında biri yeterince yaşlıdır. gönlünce geçmişi yad edebilir.
9 Mart 2010 Salı
26 Şubat 2010 Cuma
24 Şubat 2010 Çarşamba
19 Şubat 2010 Cuma
15 Şubat 2010 Pazartesi
beter olaydım
pazar günü
11 Şubat 2010 Perşembe
atan tepe
7 Şubat 2010 Pazar
4 Şubat 2010 Perşembe
nasıl bir beyin
2 Şubat 2010 Salı
havadan sudan
bugün ben bir sürü şey düşündüm, gerekli gereksiz. demin balkonda sigara içerken mesela, nerden aklıma geldiyse şairleri düşündüm. a)sözlük karıştırarak şiir yazan şairler b)ansiklopedi karıştırarak şiir yazan şairler c)şiir yazabilmek için milletin karısına kızına iş atan şairler d)şair olmak kastıyla a-ilesinde bir ayrık a gibi yaşayan şairler. evet, hepsi de 'ler'. galiba biraz fazla şair tanımışım. bu kategorilerin dışında olanlar da var elbette. onlara bir sözüm yok.. bunlaraysa hiçbir sözüm yok!
sonra bir hikaye dinledim ben bugün. ama hayat hikayesi. bir adam varmış. gençliğinde bir kıza aşık olmuş. kız da onu sevmiş. ama evlenmelerine müsade etmemişler. kızı adama vermemişler. adam, bu sebeple tımarhaneye girmiş girmiş çıkmış gençliğinde. sonra yürüyeceği bir yol bulmuş.
kız evlenmiş. adam da evlenmiş. adamın torunları olmuş. kadının da torunları olmuş. adamın torunlarının çocukları olmuş.
gelmiş seksen küsur yaşına. kaptanmış bu amca. teyze de ankara'da yaşıyormuş. bir telefon açarmış bazen kaptan amca. sesini duyar kaparmış. seksenküsur yaşında. bazan da ortalıktan kaybolurmuş bir kaç gün. "neredeydin kaptan amca?" "ankara'ya gittim. bir görüp geldim." seksenküsur yaşında.
"aşk'a bak!" dedi.
bakakaldım ben.
1 Şubat 2010 Pazartesi
bir sevgi filimi avatar
30 Ocak 2010 Cumartesi
bu da böyle bir sevinmemdir
29 Ocak 2010 Cuma
açı
bir açıdan bakılırsa pisa kulesi eğri değildir. bir açıdan da tepetaklaktır. senin kendi açın ne? kendi bacağından asılmış bir koyun musun sen? ensesine vurulup ekmeği alınmış boynu bükük emrah mısın? ceylan mısın? küçük ceylan? ne işin var pisa kulesinin önünde yavrum senin? anan baban merak eder evine dön, geç oldu.
Salinger, sen ölecek adam mıydın?
Ayyuka çıkmış ama kimse görmemiş.
91 iyidir. 90'dan da 92 den de..
91 yaşında ölmüş.
Harbiden mi? Harbiden ölmüş.
Salinger, sen ölecek adam mıydın?
Şimdi müsade edecek misin yazdıklarının basılmasına? Bize bir yumruk atacak mısın?
28 Ocak 2010 Perşembe
senin cümlen
- gerçekten mi?
- evet
- belki onun aşık olduğu biri vardır. onu kabul etmiyodur. o cümleyi söyleyip onu almıştır.
- ...
bir rüya ömür boyu
27 Ocak 2010 Çarşamba
ey ahali işte blogun son hali
25 Ocak 2010 Pazartesi
bu yazıların çerçeveleri olsa daha iyi olur*
21 Ocak 2010 Perşembe
20 Ocak 2010 Çarşamba
19 Ocak 2010 Salı
sen sus vesvese sen susma suad hiç..
Murat Menteş'in kıyağı
sizin de gördüğünüzü ya da yakın zamanda göreceğinizi bildiğim halde bu bağlantıyı neden kurduğumu merak ederseniz, kanıma bağımlılık yapıcı bir ses zerkedildi gibi. bu sesi duyduğumdan beri ben eski ben değilim. bu son zamanlarda sık sık olmaya başladı ve ben bundan korkuyorum.
emily wells, mohsen namcu ve şimdi de souad massi. hızlı hızlı kat çıkılıyormuş gibi bir his bir gökdelene. ya hesapsızsa, ya devrilirse.
18 Ocak 2010 Pazartesi
ben güldüm siz de gülün
Bir arkadaşım anlattı; ben onun (bunun) yalancısıyım.
Arkadaşıma da başka bir arkadaşı anlatmış.
Televizyonlardaki haber kanallarında koltuklarda oturup sürekli konuşan yüzler aslında hep orada tutuluyormuş. Her ihtimale karşı!
Televizyon ekranlarında ‘Son dakika’ yazılı bir bant görüldüğünde bunlar bazen sunucu eşliğinde bazen kendiliğinden bir şekilde
konuşmaya başlıyorlar ya, “Bunlar konuşmasa ne olur mesela?” diye aptal bir soru sordum arkadaşıma.
Ölürlermiş, ama onlardan önce asıl biz ölürmüşüz.
Mesela atıyorum (atan ben değilim, kendisi) Hayrabolu’da, Kurucaşile’de ya da Yeni Zelanda’nın güney doğusunda (artık orası neresiyse) ani bir toplumsal olay olsa ve bu olay televizyonlara yansısa biz sıradan insanlar olarak büyük bir panik ve endişe içine girmez miymişiz, bu koltuk yüzlerinden bir iki yorum dinlemeden evlerimizden çıkamaz, bırakın evlerimizden çıkmayı hacet için helaya bile gidemez hale gelmez miymişiz?
“Gelmez miyiz hiç! Biteriz biz biteriz.” dedim.
Programlar bittikten sonra stüdyoda dekorların arkasına tek sıra diziyorlarmış bunları.
Sabah görevliler işe geldiğinde önce stüdyoların ışıklarını yakıp bunların tozlarını alıyor
sonra kameraların önüne yerleştiriyorlarmış yeniden.
Her haber kanalının kendi koltuk takımı varmış, ama bazen kanalların bunları değiş tokuş yaptıkları da olurmuş. Devamlı kullanılanlar zaten demirbaşa kayıtlıymış.
Kanallar bunları bazen farklı renklerde karşılıklı diziyorlar, bazen ikili, üçlü şekilde yan yana değerlendiriyorlarmış, artık programın cinsine göre.
“Her şey bir yana. Dekoratif olarak bile çok hoş değil mi!” diyor, arkadaşım.
Tek itirazı şuna; bu koltuk takımlarının yüzlerinin daha sık değiştirilmesi gerekirmiş bu demokratik tüketim cumhuriyetinde.
Söyledikleri bana hayli enteresan geldi! Bir arkadaşım vardı, Hayli Enteresan. Onu da sonra anlatırım.
15 Ocak 2010 Cuma
yeni dünya
eskiden ısınmak için soba yakardık. şimdi kazara soba yanan bir evin olduğu sokaktan geçsek, kokusundan hangi ev olduğunu bulabiliriz.
annelerimiz bıkmadan usanmadan her gün 3-4 çeşit yemek yapardı. biz yemek yaptığımızda 'teşekkür' alıyoruz, büyük bir kıyak yapmışızcasına. en çok yemek yapılan evde bile sıkışılan anlarda bir kaç tuş kadar yakın olan yemekçi dostlardan yardım isteniyor ve bu hiç garipsenmiyor.
çalı süpürgeleriyle her gün ev süpürülür, silinir, toz alınırdı. zaten çalı süpürgesi tozun yerini değiştirdiğinden yerleri silmek, mobilyaların tozunu almak kaydıyla tozla bir yakalamaca oynanır, temizlik ancak öyle sağlanırdı.şimdi su filtreli ve elektrikli süpürgelerimiz var. tozu arasak da bulamıyoruz.
eskiden pazar sineması diye bir şey vardı. popcorn westwernleri de şarlo'nun filmlerini de pür dikkat izlerdik. şimdi televizyondaki filmlere yüz vermiyoruz. amerikada yayınlandığı gün internete düşen ertesi gün gönüllü çevirmenlerce altyazısı yüklenen diziler takip ediyoruz.
eskiden telefon edebilmek için en az yedi defa bir deliğe parmağımızı sokar tıırt tııırt diye çevirirdik. şimdi bir iki yazının üstüne parmağımızla dokunmak yeterli oluyor.
eskiden mektup yazardık. gerçekten.
eskiden var ya, çeşitli şekillerde işleri yaver gitmiş herhangi biri 'yazar' payesi alabilir bu payeyle hayatının sükse kısmını idame ettirebilirdi. yazanlar yayınevlerinde sigara tüttürürken yazmaz görünüp yazabilmek isteyenler onları ziyarete gelirdi. çıkan dergilerden birinde isminin baş harfleri görünse sen 'başka' biri olurdun artık. ya da öyle sanardın. hatta yazabilen tek kesimin o ismi yazılanlar olduğu bile sanılırdı.
fotokopi fanzin vardı bir de. o başka bir alemdi. bu da başka bir alem şimdi.
geçenlerde eski bir arkadaşım 'ben fotokopi fanzin severim' dedi. geri kafalı herif :) 'artık fanzin internet oldu' dedim. bana hak verdi. açık görüşlü herifmiş.
eskiden benim babam sanat sanat ayakkabı yapardı. onun sanatıyla ödüller de almış ağabeyi bir gün ona şöyle demiş: 'nerede yapıyor olursan ol, işini iyi yaparsan seni bulur, takdir ederler.' bu cümle şimdiki zamanda sanıyorum daha kıymetli. herkes eteğindeki taşı ortaya döktü. yazmak da yayınlamak da kolaylaşmış gibi görünse de bana sorarsanız -ki ne gerek var aslında- sadece yayınlamak kolaylaştı. bunca yazılan şey varken ve bu denli geniş ve yüksek hızlı bağlantılar, artık bağlantılarını kullanıp 'ben yazıyorum' demek bir hayli zor. aralarından sıyrılabilmek, ortaya 'yeni' bir 'şey' koyabilmek.
bu yüzden edebiyat dünyamız artık 'dahi'lerle ruhlanacak. ve ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum.
elimden geldiğince blogumuzu eski haline çevirdim. elim değmişken biraz renklendirdim. fakat ne yaptıysam yazar isimlerimize bir renk veremedim. onları görünür kılamadım. metinden ayıramadım.
dünya değişti. amerika ve avrupadaki her on kişiden biriyle en az, aynı tarz kahve içiyorum. medine'de satılan çayı demliyorum mutfağımda.
kendim çalıyorum, kendim dinliyorum.
12 Ocak 2010 Salı
inglorious basterds-2
11 Ocak 2010 Pazartesi
inglorious basterds-1
7 Ocak 2010 Perşembe
yeni kayıt
6 Ocak 2010 Çarşamba
yanlışlıkla
(epey uğraşıp şu gördüğünüz şablonu buldum. bence fena sayılmaz. ne diyorsunuz, kalsın mı başka bişey mi düşünelim? hatta dur anket koyayım kenara sonra da yatayım)
soru
bu çiçeğe nasıl bakılır ki?
5 Ocak 2010 Salı
hırsızın eli kesilsin
bir blogtan alıntılanmıştır -düzeltme yapılır mı buna hiç-
Boris: “merhaba arkadaşlar, çıkmaza düştüğümüz her konuda foruma soracağım sanırım artık, bizim kızımız yaklaşık 1 haftadır, evde gizli kapaklı kuytu yerlere geçip deli gibi eşiniyor, yorulup nefes nefese kalıncaya kadar tıkır tıkır sürekli yapıyor bunu, biz sesler aşağyı rahatsız etmesin die seslenip yanımıza çağırmasak belki devam edecek, eskiden de yapardı, iki tıkırdar sanki yuvaya girer gibi kıvrılır yatardı ve bunu içgüdüsel olduğunu okumuztum bir yerde, peki bu kadar şiddetli kazamaya çalışması normalmidir? işin kötüsü bu tıkırtılara alt kat komşumuz çok dayanamayıp çıkacaktır şikayete yakında, nasıl engelleyebiliriz?”
Paker: “kazma ihtiyacı duyuyo olabilir bunun nedenlerinden biri fazla dışarı çıkarmıyosanız tırnaklarını törpülemek kesmek için yapabilir veya gene dışarı fazla çıkartmıyosanız köpeğiniz dışarda kumları eşelemek istiyo evde oldu içinde bunu evde yapmak zorunda kalıyo bence kum olan bi parka gidin parkta salın istediği kadar kazsın eve gelince bidaha yapcanı sanmıyorum tabi huy edinmediiyse..”
Cissi: “Bizimkide yapardı bir ara taşa sonra pat die yatardı ama biz şanslıydık altımızda kimse yoktu. :)”
Frkk: “Tembel ırkların en önemli aktivitesidir aslında eşinmek, yattığı yerden :) Bizimkide ingiliz bulldog tan üretilmiş bir ırk, bizimde devamlı biryerleri kazmak gibi sorunumuz var ama neyseki minderinden ibaret :)”
Boris: “sanırım yukarda bahsi geçenleri hepsi birden geçerli olabilir :)
memeleri pek bi büyük büyük ve kaçırır gibi oyuncak saklama derdi var, sahte gebelik gibi bişiy olabilir, eşindiği yerler hep soğuk yerler, taş gibi, fayans gibi motoru soğutmak için eşinip eşinip üstüne yatıyor olabilir, bide zaten tembel :) çok teşekkürler anormal birşey olmadığı kesin, bu sahte gebelik olayını ilk defa duyuyorum (zaten toplamda 7-8 aydır bir köpek sahibiyiz) için sanırım biz sahiplerinin yapacağı birşey yok değil mi bekleyeceğiz geçecek?”
(bir forumdan seçme, düzelti yapılmamıştır)