11 Aralık 2010 Cumartesi

jora! sen bizim! her şeyimizsin!

jora sen bu dünyadaki her şeyin zıddısın. her şey senin varlığınla var. diğer her şey, sen olmayan bir şey.

jora, sen susarsan her şey susar.

sen konuştukça cıvıl cıvıl olur kainat. yıldızlar parlar, gökkuşağı çıkar, kızlar şarkı söyler.

biz, sessizliğini çizmemek için ses etmeyiz. konuş dersen konuşur, otur dersen otururuz. büzülünce büzülür, süzülünce süzülür.. eller, şak şak şak! ayaklar, rap rap rap!

yani biz, dünyadaki diğer her şey gibi değil, senden bir parça olan biz.

ya!

8 Aralık 2010 Çarşamba

benden sarkan balkon

havale geçiriyor yazları balkonumuz
bacalar kara dilleriyle dedikodusunu yapıyorlar onun
kadınları lunapark ışıkları sanıyor çünkü balkonumuz
çünkü gençken kamyonların arkasında seyahat etmeyi dilemiş
bir de karşıki balkonun parmaklıklarına dokunmak için
el istemiş Tanrıdan

saksıdaki çiçeklere küfürler öğretiyor bu balkon
havaya kaldırılmış birer yumruk olduğuna inanıyor yıldızların
boynuna kolyeler takıyor demirlerine çarpıp ölen kuşlardan
uykusunda “yıkın beni” diye bağırıyor
zaten bu balkonda çay içerken uçuruma düştü annem
babam da vardı bir ara, sanki gündüz açık unutulmuş bir lambaydı
balkon, babamın sırtına bir yıldız saplayacakken vazgeçti
çünkü üzerine yuva yapmış şarkılar vardı

hayrola

ben susunca siz de susmasanıza ya. dünya da sizin gibi.

29 Kasım 2010 Pazartesi

bu akşam bütün meeyhaaneleeriiiniiii..

benimkisi ceset. içerisinde de bir şey yok. benimkisi iyiden iyiye ayyaşlık artık. the trick to avoid hangover is: never stop drinking prensibi icabınca aralıksız içiyorum. hayır alkol değil. biliyorsunuz şart değildir.

eskiden -çoğunlukla bencilce sebeplerden- kendimi iyi bir insan yapmak isterdim. şimdi bi isteğim yok. bedenimin istekleri oluyor arada bir. onları karşılıyoruz işte mümkün olduğunca. üzülmüyorum, pişman olmuyorum, korkmuyorum, ummuyorum. bunların olmasına fırsat vermiyorum. kötü birisiyim ben. uzun yıllar kendimden hoşlanmadım. olabileceğim kadar süper harika bir insan olmadığım için kendime kızdım. kimse beni sevmiyor'a içerledim. kendi çapımda depresyonlarım oldu. şimdi bunlar çok geride kaldı bebeğim. şimdi benden geriye hayvan kaldı.

halbuki yazıktır ömre. bilmediğimden mi? ah bilmediğimden mi?? koy bi bardak daha ahahaha

ama: fatma seni seviyorum.

iiiistaaaaaanbuuuuuluuuuuuun......

22 Kasım 2010 Pazartesi

çalıntı

Soyut Matematik

1. Ben o’na kadar sayabiliyorum.
2. 1 + 1 > 1 Λ <2

orhan düz

alıntı

"Hz. Hatice'nin ilk Müslüman olduğu, Hz. Sümeyye'nin ilk İslam şehidi olduğu bir toplum içerisinde kadını ikinci sıraya oturtmak hakkına hiçbir manyak sahip değildir."

Onk. Dr. Halûk Nurbaki
Nurdan Anneler - Damla Yayınevi
Sayfa: 84

13 Kasım 2010 Cumartesi

dertleşme

bayram geliyor. bayram gelirken ondan önce de arefe geliyor. arefe içinse özel hazırlık yapmam gerekiyor.

fıtr bayramında olduğu gibi içim sevinçle dolu değil. biraz endişeliyim açıkçası. boyumu ölçüp ölçüsünü bana vereceklermiş ben de alacakmış gibi. bir endişe.

hazırlanmak için iki günüm kaldı ve saat hiç utanmadan 05:54'ü gösteriyor.

12 Kasım 2010 Cuma

hatun dayanışması

bunu yazacaktım. unutmuşum. beş altı ay önce havaalanındayız. uçak zangır zungur sarsılsığı için rotarlı iniş yapmışız. saat bire geliyor. arabası olanlar olmayanlara el atıp bir zahmet evlerine bırakıyor. öyle bir sahiplenme olayı yani. lakin bizi kimse sahiplenmedi. neden? Ankara'nın -otuz yıl yaşasanız bile- asla uğrama gereği duyulmayan bir semtinde oturuyoruz da ondan. kimsenin evi semtimize yakın değil. sonunda bir hatun, ben bırakırım dedi. nasılsa bize yakın oturuyormuş. aldık valizimizi kızın yanına sokulduk. ama araba yok ortada. meğer onu erkek kardeşi almaya gelecekmiş. herkes gitti biz bu yeniyetmeyi beklemeye başladık. soğukta ısınmak ,için sağa sola dönerek tuhaf hareketler yaparken bir kız bir demet papatyayla koşarak yanımıza geldi. bizim hatun kişi onu görünce liseliler gibi çığlıklar atmaya başladı. Allahım bir sarıldılar bir sarıldılar. Tüm taksi şöförleri, güvenlik görevlileri, yolcular, dış hatların önüne doluştu. kızlardan "vaaa, uuuu, inanmıyorum, özledimmm, manyakkkk" gibi sesler çıkarken biz bayağı figüran gibi kaldık ortada. etrafa toplanan kalabalık bu görüntünün açıklamasıını bize gözleriyle soruyordu: Ne iş? Biz de baston yutmuş gibi yanlarında dikilip aptal aptal gülümsemelerle onlara bakıyorduk. bu aptallığımızdan şöyle bir sonuç çıkıyordu: valla biz de bilmiyoruz. sonra önümüzde süper lüks bir araba durdu. içinde başka bir hatun daha. gene bağırış çığırış. anladığımız kadarıyla yeniyetme erkek kardeşe çekil aradan biz kankamızı alırız demişler. meğer bu üçlü seyahatlere falan da birlikte çıkıyorlarmış. bu sefer ayrıldıklarından çok özlemişler arkadaşlarını. biri son iki gece uyuyamamış. diğeri papattya yerine gül alacakmış ama milllet yalnış anlar diye vazgeçmiş. şimdi sabaha kadar beraber olabileceklermiş. Hatunları görmek lazımdı. bizi bagaja koydukları valizlerden zannediyorlardı. sanki duymuyormuşuz, görmüyorumuşuz gibi,şoförümüz gece bir diye o süper arabayla şehir içinde 160 basıyordu. ... neyse uzun zamandır böyle bir şey görmemiştim.

11 Kasım 2010 Perşembe

her yer aydınlık!

10 Kasım 2010 Çarşamba

şiir

oğlumun 29 Ekim, 10 kasım, eğitim öğretim haftası, mutat anıtkabir gezileri için habire şiir aramaktan fenalık geldi. Zira delikanlı netten kendi buluyor ama bir türlü beğenmiyor ( bunda da o kadar haklı ki) En sonunda bu birbirlerine benzeyen kötü şiirlerin içinde en kısasını seçmekte karar birliğine vardık. Ama en kısası diye bir şey yok gibi. Lafı uzatmakta milletimin üzerine yoktur zaten. çözümü şöyle bulduk. Artık şiirleri ben yazıyorum. sekiz mısra iki dörtlük. yalın şıkırdaklı

jet lag ama slow olanından

06:08

galiba amerika saatine ayak uydurdum. daha uykum gelmedi.

hiç uyumasam, diyorum her sabaha karşı böyle. ama dizlerim ağrıyor. uzanıp yatmak istiyor vücudum. e yatınca da uyuyorum haliyle. uyanıyorum sonra, 3-4 saat kadar ileri bir vakitte. uykumu da almış oluyorum. ama diyorum ki, daha çok az uyumuşsun, biraz daha uyu istersen. isterim! diye cevaplıyorum kendimi, kendimi uykunun yumuşak kollarına bırakıyorum. ve en erken 3-4 saat sonra uyanıyorum tekrar. hayat böyle gidiyor.

ben bunları buraya yazdım ya, değişir artık. zaten onun için yazdım.

ama bunu da buraya yazdığım için artık değişmeyebilir. zaten nötrlemek için yazdım.

hepsini birden sadece canım istediği için yazdım.

tam on saattir kimseyle konuşmuyorum. o sebepten.

4 Kasım 2010 Perşembe

şiştim ama patlamadım

gecenin bir yarısı avuç içlerimde dayanılmaz bir kaşıntı hissederek uyandım. deliler gibi bir sağ elimi bir sol elimi kaşırken (aynı anda ikisi birden yapılmıyor) bir baktım ki ayaklarım da kaşınmaya başlamış. derken kulaklarım, sonra dizlerim.. bir kaç dakika sonra yüzüm, dudaklarım hatta dilim şişmeye başladı. kalp atışlarım da fena halde sıklaşınca endişelenmenin zamanı gelmiş olabilir diye düşündük (osmanla beraber, onu da kaldırdım çünkü beeey bey kalk bana bir haller oluyor amanıın nidalarıyla). çocukları karga tulumba arabaya atıp acile koştuk. bana bir oda verdiler, soyup önlük giydirdiler. bütün vücudum kıpkırmızı olmuş ve şişmişti. miğdem bulanıp başım dönüyordu. sonra bir adam gelip damar yolumu açtı, kan almaya başladı. ben o esnada bayılmışım. ayılmam çok acayip oldu. bir başka alemdeydim, rüya olabilir ama neydi bilemiyorum, gözlerimi açınca dört beş tane telaşlı suratla burun buruna geldim. birisi orama burama bişeyler yapıştırıyor, beriki tansiyon aleti takıyor, bir koşuşturma ortamı. neredeyim kim lan bunlar demin neredeydim filan diye düşünüyorum ama konuşamıyorum da. sonra yavaş yavaş açıldım. serum takmışlar. alerjik reaksiyonmuş. ama neye alerji? kimsenin bir fikri yok. semptomu tedavi ettik geçmiş olsun gene olursa gene bekleriz dediler. teşekkür ettik. biraz da kraker meyva suyu filan verdiler.
şimdi de biraz kırıklık var. film seyrediyorum. el secreto de sus ojos. 10 dk blog arası. devam.

30 Ekim 2010 Cumartesi

fesupannallah

'sen de insan mısın? hayvan!' desem, hakaret olur.
'sen de hayvan mısın? insan!' desem ikaz.

bir birini bir diğerini söyleyip duruyorum kendime. hiçbir işe yaramıyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

kafa ütüleyici

dilimin ne kadar yamuk olduğunu fark ettiğimde altı aylık gelindim ve kocamın memleketinden dönüyorduk. uzun bir ayrılığın ardından -ki dört gündür sınırım, geçince özlemeye başlarım- istanbul'a dönüyor olmanın neş'esiyle her zamankinden fazla -hayır bu olmadı- çok fazla konuşuyordum. bir zaman sonra daha memleket sınırlarından çıkmadığımız halde kocamın her zamanki gibi sarih bir istanbul lehçesiyle konuştuğunu sarsılarak fark ettim. sarsıldım çünkü konuşuyor işte'den sarih bir istanbul lehçesi'ne geçen tanımlamanın fonunda benim il sınırları içinde bulunduğumuz memleketin lehçesiyle konuşuyor olmuşluğum duruyordu ulu orta.

diyeceğim o ki iki gündür italyan ve isviçre'li arkadaşlarımla mesai yapıyorum. hayır, onlar için türkçeyi güzel konuştukları rahatlıkla söylenebilir ama benim için, evet denemez.

27 Ekim 2010 Çarşamba

insan kokusu

insanları özledim. birilerine saatin kaç olduğunu sormayı, oradan buradan sohbet etmeyi, yürümeyi, gülerek kalabalık ortamda çay içmeyi, akşam misafirliklerini, kelimeleri... Ufak çocuğun insanı eve zımbaladığını unutmuşum. İşin merhametli tarafı zevcim de bize kıyamadığı için çevre edinmiyor. bir ara sürekli davet edildiği sohbetlere, gece buluşmalarına iştirak etmediği için artık davet de gelmiyor. Çocuk büyütürken zaptu rapt altına almayı da bilemediğimiz için eve kapanıyoruz böyle işte. Geçen gün karşı komşum doğum yapınca ha bir gayret deyip Latif'i alıp hayırlı olsuna geçtim. yirmi dakika da o güzelim yeni gelin evi yirmi kez veledim tarafından karıştırılıp kurcalandı. biblolar vitrinler orta sehpa süsleri... çıplak ve güzel evime zor attık kendimizi. camdan bakıp insanları seyrediyorum ben de. ne güzeller maşallah

26 Ekim 2010 Salı

fena halde paylaşmak

(cebimde bir sürü şiir birikti, bazen onları bloğa salsam, dolaşsalar, olur di mi)

sobanın üzerinde eriyor başarısız polis
arabanın torpido gözünde saklıyor askerde yediği dayağı
hakem düdüğü çalınca televizyonun camını kırıp stada atlayan
dört oğlu var

paraşütle iniyor salona misafirler
çay bardaklarının içine sıkıştırıyor karısı onları
telefon çalıyor: “üç sene önceden arıyorlar baba” , “yok de”
masrafları kısıp bir türkü almak istiyor ne zamandır
halıya bir sürü kavga dökülmüş elektrik süpürgesini açıyor
başarısız polisin yüzüyle arası beş dakika
yürüyerek gidiyor
 birsen tezer - aşk bu değil - 

kısa

hayat kısa
kuşlar uçuyor

25 Ekim 2010 Pazartesi

ağzın bal yesin hakan abi!

az önce yenişafak'ta kendisiyle yapılmış röportajı okurken hakan albayrak'a olan saygım ve muhabbetim daha da arttı. kendisine fethullah gülen hocaefendi ve cemaatle ilgili eleştiri yaparken "çok radikal" şeyler söylemiyor oluşunun, uslubunu yumuşatmasının nedeni sorulduğunda cevabına şöyle başlamış:

"-seviyorum."

ümmete böyle kalp lazım. cevabın gerisini okumadım bile. severek başlayınca sonunun nereye gideceği belli..

israile duymadığı kini fethullah hoca cemaatine duyan adamlar var. burada hatalı bulmaktan, kınamaktan, düzelmesini istemekten filan söz etmiyorum. nefret ediyor adam yahu. biz birbirimize "öteki" çekerken birileri cümlemize giydiriyor.
Allah bize merhamet eylesin; birbirimize karşı her şart altında muhabbetimizi daim ziyade etsin. hiçbir zaman kardeşlik yakınlığı duymadığı müslüman gruplara, en ufak bir hatalarını gördüğünde savaş açanlardan olmayalım inşallah.

yazının devamını okumak üzere blogger'dan çıkıp yenişafak'a geri döneyim şimdi.

24 Ekim 2010 Pazar

sakin

telefon çaldığında nasıl telaş yaptım bir bilseniz. sabahın dokuzbuçuğunda çalan telefon kalbimi sökecekti. açmamayı düşündüm. yalvardım açana kadar.

böyle ansızın gelen çırpınışlarım, ihtiyarlıktan.

22 Ekim 2010 Cuma

korktuğumda
yıldırımın vidalarını gevşetip gökten söken Rabbim
günlerin içindeki mayınları – ben yaşamadan- fünyeyle patlatan Rabbim
yine düşüyorum
bir kutu uyku hapına benzedi yine yaşamım
evdeki saksılarda yine plastik çiçekler büyümeye başladı
beni yırtar mısın yine kendimden
bir sürü kez yırtmıştın hani
bir sürü kez
bavulumun içindeki çamurlu günlerle kapına gelince gülümsemiştin

21 Ekim 2010 Perşembe

Aliya

aliya'nın yıldönümü. bu seneye kadar Aliya benim için kahramandı. yazın piyangodan çıkar gibi bosnaya bir etkinlik vesiylesiyle gitme imkanım oldu. Aliya orada canıma okudu. ellerine sağlık...
bir insan ne kadar sevilebilir? bir lider nasıl sevilir demiyorum, bir insan ne kadar sevilir diyorum. onun cephe arkadaşlarını dinlemeliydiniz.. dehşetti.
bizim gurupta mavi marmara gemisinden de üç kişi vardı. bunlardan biri aynı zamanda aliyanın cephe arkadaşı bir türk doktor. " Onu çok özlüyorum" cümlesini söylediğinde - söyleme şeklindeki yara bereden- masada kimse uzun zaman ses çıkaramamıştı. mezarının başında elini kalbine götürmüş bir asker bekliyor şimdi. vasiyet ettiği gibi şehitlerinin arasında yatıyor.
en güzelinden bir fatiha. savaşta el yapımı bir keleşle düşmanın ortasına atlayan on yedi yaşındaki bir çocuğun dudaklarındakine benzeyen bir fatiha...

18 Ekim 2010 Pazartesi

adam beş taş çıktı

hafta sonu bizimkilerin "evde oturalım" innatlarına ters çıkıp internetten bulduğum düş yolcusu (sanırım öyleydi) at çiftliğine gittik. ama çok akıllı olduğumuz için gitmrden önce telefon etmedik. meğer o gün tadilat nedeniyle kapalılarmış. neyse veletler kaz tavuk kedi ve köpek kovalalıyarak da gayet iyi vakit geçirdiler. ama büyüğünün açımmm diğerinin mamaaaa çığlıkları yüzünden öyle uzun boylu takılamadık. gerçi çiftliğin sahibi süperman man abi onlara ekmek arası yapıp ikram etti ama o ikramı da aç bir kaz ellerinden kapıp mideye indirdi.
neyse bunları veletlerin buloğunda yazacaktım, asıl burada değinmek istediğim şey çiftliğin sahibi abimiz. konuşurken bu abi kendi keyfi için çiftliği satın aldığını söyledi. ata binmek tutkusuymuş. sonra çiftliği duyan tanımadık bir sürü insan "misafir kabul eder misiniz" deyip kapıya dayandığı için işletmeye çevirmeye karar vermiş. ama çok üzüldüğü bir şey varmış çünkü burayı alırken motorsitletini satmış ve sekiz aydır motora binememek onu delirtiyormuş. laf lafı açınca öğreniyoruz ki abi bayağı bayağı motorcuymuş iki arkadaş motorla avrupayı gezmiş. sonra her sene başını alıp gitmeler de cabası. bir keresinde romada motorunu çalmışlar. roma polisi berbatmış zincirler takan lakayt adamlar. motoorun çalındığı yer gösterilince "zaten park yasağı olan yere park etmişsin" demişler. ne çözüm ha. neyse adam roma mafyasındaki zayıf halkaya para yedirmiş, yeraltına inip birileriyle burun buruna gelip kavga etmiş, sonunda da almış malını mülkünü. Zevcim burada bir soru sordu : dövüş sporlarından anlar mısınız neye güvenerek kafa tuttunuz? Adam bir de tekvando beşincisi çıkmasın mı? neyse ki çocuklar açlıktan çıldırdı da gerisini öğrenemedik.

sevinç göstergesi

bir hafta kadar önce, üsküdar'ın antikacılarının olduğu mecrada üsküdar'da bildiğim en kapsamlı sahaf dükkanının önünde acelem de olduğu halde 87 yaşındaki bir amcayla uzun bir sohbet yapmıştım.

sahafın tezgahına bakarken bir hikaye kitabı buldum. kerr u ferli yazarlarımızın çocuklar için yazdığı hikayeleri içeren bir derleme. iş bankası yayınlarından çıkmış ama aslında bu ayrıntılara gerek yok, biliyorum. gevezeliğim üstümde. işte amca ile coğrafyalardan, romanlardan, kitaplardan, insanlardan, yaştan, yaşamın özünden, ve saireden bahsederken elimde bu kitap vardı. onu alacaktım almasına da bir kitap 3 iki kitap 5 liraydı. almayı isteyeceğim ikinci bir kitap aradım çarçabuk gözlerimle, amca ile vedalaştıktan sonra. işte bu kitabı buldum.
yeni aldığım her şey gibi ona da bir süre tanıdım evin atmosferine alışması için. ben de o yeni şeyin varlığını kabullendim içimde. yani ki bir hafta kadar kitaplıkta, kitapların üstünde eğreti bir yerde bekledi.

geçen gün bir mahzuniyet vardı üstümde. sebebini üç aşağı beş yukarı biliyordum ya yapacak bir şeyim yoktu. herhangi birine söylesem, sanırım onun da yapacağı bir şey olmazdı. "dünyada katillerin var olması" gibi bir meseleydi hemen hemen. değil tabii, ama onun gibi üzülünen ama değiştirilemeyen bir şey.

oturmuş kuzu kuzu acımı çekerken, kitaplıktaki kitaplara ilişti gözüm. gidip aslında aldığım günden beri içindekileri merak ettiğim karikatür albümünü aldım, karıştırmaya başladım. öyle eğlenceli esprilerle karşılaştım ki finalden bir durak önce şöyle diyordum kendime 'iyi ki son anda bu kitabı almışsın. ne iyi oldu, tam da şimdi.'

o ruh halimi silip oturduğum yerden kahkahalar attıran bir kitapla nasıl da neşelendiğimi gören oğlum yanıma gelip salça olmaya başladı. 'onu da bana mı aldın? benim kitabımı mı okuyorsun?' hayır, dedim. 'o benim. ama istersen okuyabilirsin.' o, okuyacağını söylerken ben de kitabı karıştırmaya devam ediyordum.

evet, hep öyle yapıyorum, sondan başa doğru tarıyorum kitapları.
işte o son noktada, yani kitabın ilk sayfasında, yüzüm gülse de içimde kalan eziklikle yaşamaya devam ederken şununla karşılaştım:
içimdeki hüzün kazınarak çıkarıldı bir anda ve hiç acımadı :)

16 Ekim 2010 Cumartesi

sevinç

çok güzel çok tatlı bişey oldu ama fotoğrafını da çekip öyle yazmayı düşünüyorum. fotoğrafını çekmek için sabah olmasını beklemeyi düşünüyorum. çünkü okuma lambası altında çektiğim pek güzel olmadı diye düşünüyorum.

ne güzel bir allahımız var :)

15 Ekim 2010 Cuma

kırık

gelirken türkiye'den getirdiğim çay bardaklarımdan bir tanesi daha bu sabah kahvaltıda kırıldı. kaldı 4.

bu kadar bardakla bu macerayı sonuna kadar götürebilir miyim, bilmiyorum. beni çok zor bir 8 ay bekliyor. daha dikkatli olmalıyım. aslında herşey dengeyle ilgili. tek ayak üstünde biraz denge çalışayım bari. karate kid fiyuuuu!

14 Ekim 2010 Perşembe

what then.. what then??

insan kendisinden vazgeçmeyegörsün. kendi iyiliğini istemeyen birine kimin hayrı dokunabilir? böyle bir düşmekten nasıl ayağa kalkılabilir?

bu sabah karşımda kimse yoktu. bulaşık yıkıyor, shantel dinliyordum. "sen kendi iyiliğini istiyor musun ki?" sorusuyla karşı karşıya kalmak için beklenmedik bir andı.

-istemiyorum, uzun zamandır.

insanın kendi cevabına şaşırması çok tuhaf.

***
yıllardır okumayı isteyip de kavuşamadığım bir kitap vardı. dün gece elime geçti. şimdi beraberiz. bütün sevip de kavuşamayanlar için kierkegaard'dan gelsin: either/or.

12 Ekim 2010 Salı

maraton

radyoda avrasya maratonunun reklamı vardı. önümüzdeki pazar. daha veletler doğmadan biz de bir kere katılmıştık. tekerlekli iskemleleriyle gelenler. köprüde sırt çantalarından birden termos ve sandaviç çıkarıp yiyenler. ama öyle ayak üstü değil basbayağı piknik yapar gibi.. fotoğraf çekenler. grupça şarkı söyleyenler. işi ciddiye alıp hiç ara vermeden koşanlar, kaç sene sonra aniden maraton koşusunda karşılaşanlar - ki ben de bir iki arkadaşla karşılaşmıştım-
maraton bitince bize madalya dağıtmışlardı. boynumuza asıp taksimde kasım kasım kasılarak bir iki tur attıktan sonra hızımızı alamayıp bir de eminönüne dek yürümüştük. yağmur vardı. ne pis üşütmüştük ardından. ya böyle işte...bu hafta sonu gene var.
canımız çekti

8 Ekim 2010 Cuma

tembellik



ben tembel olmamaya karar verdim. çok uzun zaman oldu. hala kararımda sabitim ama bir yerde bir yanlışlık yapıyor olmalıyım. kararın ertesinde bir adı atmışlığım yok. ne yapsam acaba. ayşeciğimin makinesiyle çektiğim bir fotoğrafı her gün size göndermeyi iş edinsem mesela, bir işe yarar mı? alain demiş ki, 'sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.' bunu mu denesem. beceriksizliğim yüzünden hayatı elime yüzüme bulaştırdım. iyi de neden bu kadar mutlu ve huzurlu hissediyorum. yüzüme yapışan bu tebessümün kaynağı da ne?

bana bir şey tavsiye edin. bu sefer de oradan başlayayım. olur mu olur.

deklare

yokluğunuzda neler yapmak zorunda kaldığımı tahmin edemezsiniz. ben de söylemem. pışık! söyleyeyim de gelene kadar bana laflar hazırlayın değil mi? söylemem. yüzünüze pat pat söylerim. o zaman acırsınız halime, kendinizi suçlu hissedersiniz belki. sizin kendinizi suçlu hissetmenizi istemem. suçlu olduğunuzu bilin, yeter. hissetmeye gerek yok.

göç

dün gece tiyatroya gittim. bir sürü öğrencinin ve ankaranın cilalı bir kesiminin arasında yerimi aldım. oyun güzeldi. akşam kızılaya doğru yağmurda yürüdüm. barlarıyla meşhur bir iki sokaktan geçtim. taksimin piyongodan para kazanan kuzenlerine benzyordu sokaklar.metroda ankara için geç vakit olmasına rağmen yine aykırı biir tip yoktu. burada fıçısı delik birileri var muhakkak ama ben onları bulamıyorum. neyse. ankarayla yıldızımız barışıyor gibi. en son istanbula gittiğimde - ramazanda iki günlüğüne ağrı kesici niyetine gitmiştik- şehir bana fena kazık attı. on yedimde işte benim toprağım dedim şehir son karşılaşmamızda bana sırtını döndü. bakiye burası benim onca yıl yalşadığım yer değil deyip ağlamıştım. sokaklarda, insanlarda bana ait olmayan çizgiler vardı. ankarada gurbetteydim istanbul ayıp etti, o da gurbet tadı çaldı ağzıma. neyseki ahmet ağaya rastladık da ferahladım. ahmet ağayı göynükte akşemsettin hazretlerinin dibinde tanımıştık. telefonu yok, adresi yok, velilerin kapısının dibinde uyur uyanır bir güzel. eve çağırırsın gelmez, yemek yedirmek iistersin bazen tamam der bazen izin yok. hacı bayram velide karşılaşıp aşure götürmüşlüğüm vardır. bursa da bizi özleyip dua ettiği için afyon yolundan çıkıp gece iki gibi sapıp emir sultanda buluşmamız vardır. özleyince çağırıyor güzel, biz de bir hisse uyup gidiyoruz. işte istanbulda da onu beşiktaşta yahya efendide görmek, teselli etti. bana dediki hiç konuşmadan gurbet gurbet deme, sanki yaratılmış bir sıla varda...bir tesellim daha var. ama onu yazamam.
yine de bir yeri kendime yurt edinmem lazım. ben öyled koca gönüllü adamlardan değilim.ankaraya barış çubukları uzattım bu sebeple. o kadar da fena bir yer değil. temiz bir cildi var. mesela eski ankara, ankara kalesinin etrafı. deli gibi kokuyor. kokla da çıldır. sonra tacettin dergahı var. ayrı bahis. sonra araki bulasın arvası hazretlerinin türbesi. tam bir saklanmaç. zübeyde ablam var bir de. az görüyorum ama teramicin gibi. kendince bir meryem. bana rüyamda onunla tanışacağım müjdesi verilmişti. neyse, birden bire fark ettim ki ben burayı sevmeye başladım. döneceğime inancım hala var ama buradan ayrılırken özleyeceğim şeyler olacak. acayip şeyler işte. dün tiyatrodan çıkarken anladım bunu. yağmur yağıyordu ve herkes tek tipti

7 Ekim 2010 Perşembe

yok

evin içi karanlığın ışığıyla aydınlanırken dışarıyı seyretmek gibisi.
yok.
sultanahmet'in kandilleri var, karanlığı.
yok.
cankurtaran feneri bir aydınlık bir karanlık, kararı.
yok.

6 Ekim 2010 Çarşamba

5 Ekim 2010 Salı

hapşu

nezleyim ulan

uzun yoldan

long way round'dan daha önce bahsettiğimde henüz izlememiştim. sonra oturdum 10 bölümü art arda seyrettim. aşağıda uzuun uzun anlatıcam bak, "özet geç, okuyamam" diyorsan sadede geldiğim kısma doğrudan atlayabilirsin.

2004 senesinde, iki motosikletsever arkadaş, ewan mcgregor (star wars'un obi wan kenobi'si) ve charley boorman (o da aktör) londra'dan kalkıp new york'a kadar dünyanın etrafını motosikletle dolaşmaya bunu da kaydedip belgesel film yapmaya karar veriyorlar. 30bin km ve yaklaşık dört ay sürecek yolculuk için kendilerine bir yapımcı, yönetmen bir kaç kameraman vs.. buluyorlar. geçmeyi planladıkları bölgelerin hatırı sayılır bir kısmı bırakınız gps sistemlerinde mevcut olmayı haritası bile çizilmemiş yerler. iz yok, yol yok. gündelik hayatında pek zorluk çekmedikleri muhtemel olan artist adamlar için turistik bir gezi olmayacağı ve zorlanacakları baştan belli yani.

rota'da bulunan ukrayna, kazakistan, moğolistan ve sibirya gibi ülkelerde "enfiye nasıl istenilir" gibi elzem bir takım bilgileri edindikten sonra dünyalar güzeli bmw motosikletlerine atlayıp yola düşüyorlar. ikiliyi üçüncü ve bizim pek görmediğimiz bir motorda kameraman cladio takip ediyor. ekipman filan taşıyan iki cip de bazen bir kaç saat bazen bir kaç gün geriden arkalarından geliyor. claudio'nun kamerası dışında kasklarına monteli küçük kameraları birer de portatif el kameraları var. ewan ve charley bu kişisel kameralarıyla video günlük tutuyorlar, deneyimlerini kameranın karşısına geçip anlatıyorlar akşamları.

özellikle avrupa'dan çıkıp eski sovyet bölgesine girdikten sonra tadından yenmez bir kıvama gelmeye başlıyor belgesel. mesela ukrayna'ya girerken birisi aman mafyaya dikkat edin diye uyarıyor. sahiden gümrükten çıkar çıkmaz bir anda kendilerini mafyanın elinde buluyorlar. sizi evimde ağırlayacam diyen adam güya elektronik eşya satıcısı ama bir tek alnında "ben mafyayım" yazısı eksik. ev kalaşnikofla dolu. ödleri patlıyor tabi ama kaçacak delik yok. bir ara adamlar bunları alıp maden ocağına filan indiriyor. bir iki gün zorla ağırlanıp eşe dosta gösterildikten sonra yola devam etmelerine izin veriliyor.

kazakistan'dan sonraki kısımda ise artık sefaletin dibine vuruyorlar. başlarda kamerayla karşılaşınca gençleri özendirmemek için saklanan sigaralar yolun çileleri arttıkça elden düşmez oluyor. saç sakal birbirine karışıyor. sergey adında ihtiyar aksi bir rus doktorları var, "manyak mısınız oğlum size rahat mı battı çoluğunuz çocuğunuz var, bizi de peşinize taktınız tööbe" diye ikide bir ayar veriyor bunlara. geri dönmek mümkün değil, yola devam etmekten başka bir seçenek yok. bir süre sonra, ne kadar yol geldikleri, ne kadar daha gidecekleri gibi hesaplar önemsizleşmeye başlıyor. "sadece yolda olmak" zevkini yaşamayı onun dışındaki herşeyden soyutlanmayı öğreniyorlar.

hakkında hiçbir şey bilmedikleri yerlere ilk defa adım atıp tanımaya çalışıyorlar. sen ben gitsek gene öyle şaşkın, kırılgan oluruz yani. ibadethanelere girip huşu içinde dua ediyorlar, insanların çadırlarına uğrayıp yemeklerinden tadıyorlar. bunun gibi bir şeyi tayfun talipoğlu gibi adamların da yaptığını görmüştük. ama bunlarınki biraz daha yorumsuz. "işte şimdi de kendimizi burada bulduk. bu da böyle bişeymiş. yarına ya nasip" gibisinden. gerçekten yola harika adapte olmuşlar. aralarında da çok tatlı bir muhabbet var. çok iyi arkadaşlar. yalnız karıları biraz kıskanıyor ewan'la charley arasındaki muhabbeti doğal olarak eheh.
belgeselin çekim tekniği ve kurgusuyla seyirciye ekibin içinde olduğu duygusunu verebilmişler. bütün yolu beraber gitmiş gibi oluyorsunuz. new york'a varmak üzereyken aileleriyle kavuştukları sahnede filan gözleri dolabiliyor mesela insanın.

2007'de de afrika'ya doğru inelim demişler aynı ekiple. Long Way Down'ı yapmışlar. ama aynı tadı vermiyor. bence bunun sebeplerinden en önemlisi takipteki ekibin bu defa neredeyse her yerde burunlarının dibinde olması. iki sıkı dostun yolculuğu olmaktan çıkmış. benim de peşime iki arazi aracı tak, doktorum, bodyguard'ım vs. peşimde olsun ben de dolaşırım dünyayı peh. bi helikopter eksik tepelerinde. neyse ki çölün ortasında bir yerlerde bisikletiyle tek başına dünyayı dolaşan amerikalı bir gençle karşılaşmışlar da biraz yüzleri kızarmış.
çok önemli bir olumsuz katkı da ewan'ın karısından gelmiş. "ben de bu sefer sizinle gelecem" diye atlamış bu. ewan da "aa karım da gelsin oğlum çok süper olur" diye bu öneriyi sevinçle arkadaşlarına taşıyınca olmaz diyememişler ama herkesin tadı kaçmış. charley "ben yedek lastik gibi kalırım o gelirse" dediyse de nafile. o andan itibaren ikilinin arasından sular sızmaya başlıyor tabi. o eski muhabbeti göremiyoruz. yolcuğun neyse ki tamamında değil sadece 10 günlük, belgeselde de 20 dakikayı kapsayan bir kısmına dahil etmişler kadını. zaten motosiklet kullanmayı da beceremiyor. kocasının yanında görünmek istemiş olsa gerek. yoksa başka zaman istediği kadar başbaşa gezsinler, di mi? o gelince charley başka yoldan devam etmiş, hepten bi kopukluk olmuş. belgesel -ewan'ın kendi tabiriyle!- "e. mcgregor aile şovu"na dönüşmüş. bu hadisenin charley boorman'ın 2008'de çıktığı dünya turuna, ewan'ın dahil olmamasında etkisi olmuş mudur acaba diye merak ediyor insan. gene de luke skywalkergillerin star wars müzesine dönüştürülmüş evini ziyaret ettikleri sırada kimsenin ewan mcgregor'u tanımaması, rwanda cumhurbaşkanıyla görüşmeye giderken takım elbise almaları filan komikti. afrika da sahiden çok güzel bir kıtaymış.

-bundan sonrası "saded" tabir ettiğimiz:

velhasıl long way round çok çok nefis bir gezi günlüğü. national geographic ve bbc yayınlamış. arada bir yeniden yayınlıyorlar anladığım kadarıyla. rast gelirseniz kaçırmayın derim.
long way down ise ilk yolcuğun gölgesinde kalmasa daha güzel gelebilirdi bana sanıyorum ki. aslında o da fena sayılmaz. eh işte. boş vakitte gideri var
iki serinin de geliri hayır kurumuna (illa ki unicef) bağışlanmış.

charley boorman'ın ewan mcgregor'suz çıktığı yolculuk ise "by any means". bu defa sadece motosiklet değil her tür vasıtayı kullanmaya karar vermiş. gene yanında russ malkin (lwr ve lwd'nın prodüktörü) var. istanbul'dan geçip karadeniz sahilinden hopa'ya filan gitmişler. bir ara onu da seyredeyim diyorum. amma uzun anlatmışım ya, şimdi post edince farkına vardım. herhalde blogun gelmiş geçmiş en boylu poslu yazısı oldu. yola koyulan herkese en içten saygılarımı sunarım.

1 Ekim 2010 Cuma

başkasının macerasını tecrübe etmek

dünya kadar parası olsa da hepsini harcamayıp mümkün olanın en azını tüketen birisi olabilmeyi isterdim. şu an itibariyle eline geçenin tamamını harcayan biriyim. tüketmek insanı mutlu etmiyor. tecrübeymiş insanı tatmin eden şey. araştırmalar bunu göstermiş: dünyanın en büyük şirketlerinden birisi olan walmart'ın yaptırdığı araştırmalar. bunun üzerine walmart marketlerinin girişteki en görünür kısmına kamp ve avcılık ekipmanları standları yerleştirmişler. daha ne isteriz.

bizler bu yaştan sonra motosiklete atlayıp dünyayı dolaşabilecek insanlar değiliz. çoluğumuz çocuğumuz var. ama hiç olmazsa yapılmışını seyredebilelim diye: avrupadan rusyaya kanadadan amerikaya doğru long way round ve dahi afrika dolaylarına iniş için long way down.


30 Eylül 2010 Perşembe

o şit!

hatırlıyorum ki bir cami avlusundaydım. oraya nasıl geldiğimi hatırlayamıyordum, hatırlıyorum. ağlıyordum, sonsuz ağlıyordum.

eskilerin sadabat dedikleri yerde bir camiydi bu. hala hatırlayamıyorum, oraya nasıl gitmiştim. hala ağlıyordum. sonsuz üzgün.

sonra birden telefonla konuşur oldum. hatırlayamıyorum sen mi aramıştın, yoksa ben mi seni. sonsuz üzgün, sonsuz ağlıyordum. hatırlayamıyorum anlatmış mıydım, anlatmadan mı anlamıştın, hatırlayamıyorum.

telefonu ne zaman kapattık, hatırlayamıyorum. sonra ne oldu, hiç..

sadece hissettiklerim ve tek bir cümlen var. ölümüme hazırlanan film şeridinde muhakkak sahne alacak bu perdeden. açık seçik..

işte aynı öyle hissediyorum.

ne bir cami avlusundayım. ne bir telefon var. ne tek damla göz yaşı.
"niçin, niçin, niçin
kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin"

27 Eylül 2010 Pazartesi

25 Eylül 2010 Cumartesi

bizde numara yok

şehre yeni gelen bir tatar kadın var. tanışmak için bize uğradı ramazanın son haftası. hem de giden arkadaşlardan kalan bazı eşyaları teslim almak için. teşekkür etti. ben de ona dedim ki asıl ben teşekkür ederim. çok sevgili bir tatar arkadaşım var. onu çok özlüyorum. sizi görünce biraz teselli oldu dedim. sizin yemekleriniz de çok güzel olur dedim. ben pek iyi bir ahçı sayılmam ama yerleşince bir gün sizi yemeğe çağırmak isterim dedi. biraz zorla davet ettirir gibi olduğunu o anda farkettim. ama olsundu. işte o davetin günü bugün. leyla hanım'ı evinde ziyaret edip tatar yemeklerinden yiyeceğim. eli boş gitmesem ne götürsem diye düşünüyorum. borcam olabilir. adettendir yeni ev kurana. kazan üniversitesinde felsefe hocasıymış. safiye teyzeye benziyor. sarışın.

24 Eylül 2010 Cuma

on numero

hiç numara yapma. beni ne kadar özlediğini artık biliyorum. rüyamda gördüm.
istersen bir kaç numara yap. ilerde üzerine konuşur güleriz.
çok numara yap. lazım.

ama

kaan çaydamlı'dan hoşlanırım.

23 Eylül 2010 Perşembe

nedenini tam bilmiyorum ama

hiç sevmem kadıköy'ü.

kayış koptu

eğer ben erkek olsaydım ve karım da ben gibi bir kadın olsaydı asla baba olmak istemezdim. zira ben gibi bir kadının hamilelik döenmi çekilmez oluyor. fiziki ağrılar merhamet edip pek yoklamıyorlar ama üzerimde milyarlarca cin tepiniyor. sinirli, kızgın alıngan, ağlak, çaçaron, şiddet yanlısı bir yaratık oluyorum. buna rağpmen dokuz ay sonra içimden masum bir şey çıkıyor. üçüncü kez o masumiyetle tanışma adına kezzaba batırılmış günler yaaşatıyorum çevreme. eğer teknoloji bize kazık atmadıysa bu sefer kızımız olacak. attıysa çete kuracağım.
soru 1- onca zaman neden nette yoktum ayşe?
cevap 1- çünkü uyuyordum, hamileler uyur.
selametle

22 Eylül 2010 Çarşamba

var olmak

düşmekle kalmayıp düştüğü yerde çürüyebiliyor insan. mutlu olmayan sonlar da var. filmin sonunda "aa kötü adam benmişim" demek de var. hayretin de türlü türlüsü var. var oğlu var.
ne yapacaksın. yatıp kalkıp yiyip içip alıp satıp gününü bekleyeceksin. elinden başka türlüsü gelirse ne ala. gelmezse o da senin elin. sana onu vermişler. elini koparıp yenisini takacak halin yok ya. yok oğlu yok.

çürüme koku da yapıyor tabi. çok yaklaşmamak lazım.

21 Eylül 2010 Salı

virgül

ramazan geliyordu, ramazan gelsin dedim. ramazandaydık, ramazan geçsin dedim. bayram geliyordu, bayram oldu, hadi bayram da geçsin dedim. sonra bayram bitti. tatile gittik. tatil bitsin dedim. eve geldim. tam başlayacaktım ki hastalandım. şimdi de e hadi bir iyileşeyim de, diyorum.

işte hayat böyle geçiyor.

20 Eylül 2010 Pazartesi

yeni mekanım yeni gri yeni ikili koltuğumuzu az önce yeni bir sigara yanığıyla işaretledim.
kullanılmış oldu, eski oldu. ne güzel oldu.

12 Eylül 2010 Pazar

bugün

bugün çim adam yaşlandı. saçları sarardı. heyecanlı küçük kızlara seni anlattım, neşeleri arttı. bebekler gibi ağladım ben bugün, canım çok yandı. iki kere iki yine dört etti, beş buna şaştı kaldı.

11 Eylül 2010 Cumartesi

bayram o bayram ola

bittabi bayramınız mübarek olsun.
siz de mübarek olun. herkesler herşeyler mübarek olur o zaman aslında.

temennâ

2 Eylül 2010 Perşembe

koku

alt kattaki komşu geceleri marihuana içiyor. kokusu bizim yatak odasına çıkıyor. önce birisi lastik yakıyor zannettik. ama her gece her gece lastik yakmaları biraz saçma geldi. konuyu arkadaş ortamında gündeme getirince birisi "marihuanadır o, öyle kokar" diyerek ufkumuzu genişletti.
içmek serbestmiş buralarda.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

"artık seni sevmiyorum"

yıllar önce cnbc-e'de gece yarısı rastlayıp seyrettiğim bir fim vardı. çok beğenmiştim, tadı damağımda kalmıştı. bulsam da yeniden seyretsem diyordum ne zamandır. ama adını filan da bilmiyordum filmin. şansla alakalı olduğunu hatırlıyorum. adamın birisi yüzlerce insanın öldüğü bir uçak kazasından sağ kurtuluyordu. bir de aynı adamın gözleri bağlanmış bir vaziyette başka üç beş kişiyle birlikte sık ağaçlı bir ormanda hızla koşturulduğu bir sahne kalmış hafızamda hayal meyal. kim daha şanslı, hangisi ağaca çarpmadan ormanı geçebilecek ona bakıyorlar. daha önce de google'a "a movie about luck" filan yazıp aradığım halde bir türlü bulamamıştım. nihayet bu gün ayrıntılı bir şekilde meramımı anlatınca (movie about a man who survives a plane crash luck:P) bulabildim. 2001 yapımı "intacto" imiş filmimiz. 11 dakika sonra indirim işlemi tamamlanınca seyredicem. bakalım sahiden hatırladığım kadar güzelmiymiş.
bakalım sonunda ne bulacağım.

buraya yazmayı çok özledim. bi de sigarayı çok
özlüyorum. ama 7 dolar paketi.




edit: evet hatırladığım kadar güzelmiş. yani dünyanın en iyi filmi mi? yok değil. 10 üzerinden rahat 8 alır ama puanları benim verdiğim bir alemde (hey burada puanları ben veririm dostum). orman sahnesine link verdim, yazının başlığını filmin vurucu cümlesiyle değiştirdim, bir iki de resim ekledim seyrettikten sonra. sayfaya da renk oldu, iyi oldu.

-spoiler-
artık seni sevmiyorum derken, aslında çok seviyormuş.
-spoiler-

4 Ağustos 2010 Çarşamba

neredeyim nerede

tamam ben bir aydan fazladır nete giremiyorum adam gibi, ya hu aynı anda mı mıhlandık.

11 Haziran 2010 Cuma

zaman

liseden bir arkadaşım kız kardeşiyle evimize geldi. o kız kardeş en son gördüğümde 7-8 yaşlarındaydı sanırım. şimdi üniversitedeymiş. çok da güzelleşmiş. avrupa birliği projelerden birine katılıp gençlerle gemiyle 12 ülkeyi gezmek için proje üretiyordu. daha doğrusu slogan. birden sıkılan bir portakal gibi hissettim kendimi. ben o kızın yaşını hangi ara bitirdim yahu. bu evle iki çocuk arasına ne zaman yerleştim. vesselam yaşlandık

hastane

karşımda ouran kızın kucağında iki küçük çocuk. özenle anlattı. bakıcıymış. üç katlı hani lüks bir villada. çalıştığı yerdeki kadının çocuklarıymış bu ikisi, diğeri kreşte. yanında çalıştığı kız çok sinirli olduğu için gelmiş doktora... kelimeler özenle seçiliyor. hiç şikayet etmeden habire şikayet ediyor bakıcı kız şöyle duyuyorum cümleleri. "bulmuş da bunalmış. güzelim ev, ard arda sağlıklı üç çocuk, çok seven bir koca, hem şirketi de var, şimdi de hastanedeyiz neden çok sinirli haspa, çalışmıyor tabii, evde..." Herkes tanımadıkları o kadını nankör buluyor. birazdan çıkıyor muayeneden kız. ayol çocuk bu. üniversiteyi bitirip - muhtemelen özel bir üniversite- ard arda birer yaş arayla üç çocuk dünyaya getirmiş küçük bir şey. muhtemelen bakıcı kızın fesadlığını dahi anlayamayan, birden bire kadın olmanın altında büzelen bir yaratık...
kimse kıza acımıyor. ne de olsa o bir nankör. diğeri mi, hani sayesinde bir iş sahibi olduğu, evine ekmek götürdüğü bakıcı kız? o nankör olur mu? o değil canım...

yol

kastamonuya giderken yolda bal satan adamlardan alışveriş yapmak istedik. baki kavonozlara bakarken ben sırtında çuvalıyla yürüyen 40- 50 yaşları arasında bir adama takıldım. yavaş yavaş yürüyordu. sakin. baki yanıma gelip adamı işaret etti." adam cam şişe topluyormuş yollardan, kastamonudan gliyormuş yürüyerek" dedi. kastamonuya 30 km. levhası önümüzde dişlerini gösteriyordu.

10 Haziran 2010 Perşembe

gemi

bu deniz bu gemiyi taşımak için mi yaratılmış
böcek ilacı


böcek ilacı “içimizden geçenleri” öldürür mü, demiştin
sahildeydik,
havaya zıplayan sokak dansçılarını martılar yiyordu
hayatın cüzdanındaki fotoğrafını gösteriyordun bana
bak diyordun nasıl da kargacık burgacık çıkmışım
yeni eve taşınırken kamyondan düşen bir eşyaya bakıyorduk halbuki
ben üzülüyordum senin için
simsiyah bir müzikle kefenlenmiştin
derini yırtan notaları bıçak gibi çekip çıkarmıştın
sahildeydik,
çay içiyorduk, besbelli vasati kırk çöpten biriydik
gökten bir hostesin koparıp attığı gaz maskeleri yağıyordu
şemsiyemizi açtık,
bir kedi hop deyip atlamıştı ruhumuza
matematik defterleri gibi kare kare miyavlıyordu
çay içiyorduk, söylemiş miydim demli bir sahildeydik


aslında dedin henüz 1. raund, başarabiliriz
zaman her gün “play again” tuşuna basarken kırabiliriz parmaklarını
ruhumuzdaki kedi hırlamaya başlamıştı
sahil uzayıp büyümeğe başlamıştı
dünyayı pudralı göğsünden arka sokaklarda mıhlamaya karar verdik
kıldığımız bir namazı kuşanıp, savaşacaktık vahşilerle
başımız zonkluyordu
ağrı kesici tabletinden bir hadis çıkarıp çayla içtik,
söylemiş miydim demli bir sahildeydik

8 Nisan 2010 Perşembe

veda

bugün okula ders vermeye gittiğimde müdür yardımcısı "size haber vermeyi unuttuk, sinemaya gideceğiz" dedi. Sonra da unutkanlığını telefi etmek için tatlı tatlı "siz de gelin" diye şakıdı.Livanelinin vedasını seyrettik. ne ağladım, ne ağladım. Ben ağlayıca yanımdaki diğer bayan öğretmenler de ağlamaya başladı. Hepimizde birer mendil. Film güzel değildi aslında. Acıklı da değildi. kesin yaşlanıyorum. Bir de hayal meyal ülkesizliğin ne demek olduğunu biliyorum. Fakültede bir hocamız tarihi şimdiden okumayın alınan riski yaşanan trajediyi göremezsiniz demişti. Mesela Mustafa Kemal kurtuluş savaşını kaybetseydi biz tarihte onu bir isyankar olarak işleyecektik diye de eklemişti. başarısız bir isyan girişiminde bulunan bir sürü kişinin ölmesine sepeb veren hain. Bence Atatürk filmlerini çekerken bu nokta çok atlıyorlar. savaşı kazanacağından yüzde yüz emin adamlar etrafta dolaşıyor. o risk o delilik ve korku yok. Bu filmde ise Atatürkün özel hayatı işlenmiş. her zamanki feride latife polemiği. latifeyi pek cadı göstermişler. Feride ise olduğu gibi tam aşık. bir de annesi var. o göçmen lehçesiyle ışıldıyor. Mustafa kemal ve annesi daha doğrusu anne ve oğul ilişkisi. Kim ne der bilemem. ben kurtuluş savaşıyla alakalı çekilen her filmi çekilmeden seven biriyim. sadece içinde daha çok kurtuluş savaşı olmasını isterdim. daha çok özel hayat değil.
(Not atatürkün yaverinin onun ölümüyle dayanamayıp kalbine kurşun sıktığını öğrenince o duyguyla ilgili film çekmek istemiştim. livaneli önce davranmış. kim önce davranmıyor ki)

29 Mart 2010 Pazartesi

geri dön geri dön

efendi olmasan da canımı yiyebilirsin
ayşe neredesin?

subliminal

bu hafta derste öğrencilerle subliminali işledik. onlara subliminal görüntülerini gösterdim - tabii mümkün olanları- çok şaşırdılar. beş dakika sonra lisanslı spiderman kalemkutusuna gizlenmiş "sex" yazısını ve de bir bakugan kartına gömülmüş çıplak kadın figürünü bulup getirdiler. korkunç değil mi? atacağım linkte çeşitli görüntüler var. yazı ise kısmen yalnış. (dövüş külübü filmiyle olan kısmı. film malumuz üzre bu işin yapıldığını söylemek üzre biraz da çekilmişti)

http://www.3y1d.com/subliminal-mesajlar.html

24 Mart 2010 Çarşamba

mazeretim var.

ne sen sensin, ne ben benim, ne o o.

ne biz biziz, ne siz sizsiniz, ne onlar onlar.

onlar sizsiniz, siz bizsiniz, biz kimiz?

bittabi. elbette. pek ala. ne ala? allaallaa...

yok, 'ya ben söylemeyeyim de öleyim mi'
var. 'evet öl gerekiyorsa'
herhalde, 'ölmekten korkmam ben. istersen şimdi de.'
belki de 'o zaman o rüyanda o öleyazarken, oracıkta, neden kalakalmıştın?'

şimdi de, belki de, herhalde, var bir bildiğim. yok 'kendimden' gizlediğim. bittabi bu zor.

zor bizim göbek adımız kızım. ben sen o. biz siz onlar. hepsi aynı kapıya..

18 Mart 2010 Perşembe

Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendisine özgü farklı bir mutsuzluğu vardır." Anna Karanina

17 Mart 2010 Çarşamba

beceriksiz

servis şöförünün beni evimden alabilmesi için latifle önce taksiye binip merkezi bir alana gitmemiz gerekiyor. halbuki servis demek kişinin yol parası vermemesi demek. ayrıca öyle zahmetli ki bu iş. fakat şöför bey beş dakika yolu uzatıp beni alamıyor. çünkü ders saati başlıyormuş okula yetişemiyormuş. Ben de o adamla karşılaşmamak için bakiden beni okula bırakıp almasını rica ediyorum. ama ya baki şehir dışında olduğu zamanlar. Mesela yarın? telefonda kavga ediyoruz ve o kazanıyor. sinir. ben de ne mi yapıyorum. salak gibi telefonu yüzüne kapatıyorum. sanki sevgiliyiz. biraz profesyonel kavga etsem ne olur. bir de neredeyse büyük bir hastanenin halkla ilişkiler müdürü olacaktım. bir sürü görüşüp durup adamlara fors atmıştım. benim şu şöförle olan konuşmamı görselerdi ne derdiler acaba? ne diyecekler kıl payıkurtulmuşuz derlerdi.

13 Mart 2010 Cumartesi

çalıntı

Babamız Yakub değil, yârimiz Zeliha değil. Bize kala kala bir gün nâdim olması umulan hain kardeşler olmak kalıyor

Süleyman Çobanoğlu (Aşk ile Hain kardeşten)

Aşağıda alıntıladığım da hayriye ünal'ın bloğundan

ONE SHOT

The Deer Hunter (Avcı) filminde bir Rus ruleti sahnesi vardır. Herkes bilir. Olasılıklı ölümden iyisi, kesin olan. İki kurşun daha! Normalde Rus ruletinin matematiksel modeli şöyle, başlayan daha şanslı, yani daha cesur olan.

Patlama

olasılığının seyri

yaşama olasılığı

1

1/6 = 0,1(6) = 16,(6)%

5 / 6 = 83,3%

2

1/5 = 0,2 = 20%

(5 / 6)2 = 69,4%

3

1/4 = 0,25 = 25%

(5 / 6)3 = 57,9%

4

1/3 = 0,(3) = 33,(3)%

(5 / 6)4 = 48,2%

5

1/2 = 0,5 = 50%

(5 / 6)5 = 40,2%

6

1/1 = 1 = 100%

(5 / 6)6 = 33,5%

11 Mart 2010 Perşembe

hesap

"insanlar geçmişi sıkça yad etmeye başladıklarında, yaşlanmışlar demektir" diye bir söz duymuştum ve nedense buna inanmakta bir beis görmemiştim.

hayat çizgimin beş sene önceki haline oranla kısalmışlığına bakıp bir hesaplama yaparsam en fazla 15 sene daha yaşarım.

bu da benim 45 yaş civarında öleceğim anlamına gelir. 90 yaşında ölen biriyle 45 yaşında ölecek beni kıyaslarsam, benim her bir seneme onun iki senesi denk gelir. yani ben bu durumda 90 yaşında ölecek kişinin 30 sene evvelini yaşıyorum demektir. 90'dan 30 çıkarırsak geriye 60 kalır ve aslında 60 yaşında biri yeterince yaşlıdır. gönlünce geçmişi yad edebilir.

9 Mart 2010 Salı

Artık Uzak bir ihtimal

yıllar sonra İmam Hatip'te okuduğum yıllara gitmek istedim. Masumiyet.

26 Şubat 2010 Cuma

mübarek mevlüt

kandilimiz mübarek olsun

24 Şubat 2010 Çarşamba

makaseller


başrol de Johnny Depp, ne zamandır seyredecektim. latif de deliksiz uyudu. seyrettim

19 Şubat 2010 Cuma

tenhârev


"Kaldı orada esîr-i hasret
Ne tâb-ı güzer, ne fikr-i avdet"

15 Şubat 2010 Pazartesi

beter olaydım

dün akşam kapıya omuz attığım için bütün gün omzum ağrıdı. kapıyı açmam gerekiyordu çünkü içeride ihsan kilitli kalmıştı. ihsan'ı banyoya ben kapattım. kapıyı kendisi kilitlemiş. içeride içli içli ağlıyordu. hiç çıkamayacağını sanıyordu.
omuz atınca kapı açıldı mı? hayır. tekme atınca açıldı mı? hayır. tornavidayla cekiçle orasına burasına vurunca da açılmadı. sitenin cevval tamircisi hendimen bey bir telefonla fırlayıp geldi ve kilidi açtı eksik olmasın. toplam 5 dakikadan fazla sürmeyen kriz sonrasında ihsan'la bir saat birbirimize yapışmış vaziyette oturduk.
aslında aklı bana psikolog teyze (!) vermişti. izolasyon cezası bu. iki dakika sürüyor. ama kapıyı kilitleyebileceğini düşünmem lazımdı. gerçi daha önce kendisi kilitleyip açabiliyordu kapıları. ama dün panik oldu galiba. bir defasında da gene böyle bir izolasyon esnasında ayağına tüfek düşmüştü. keşke o gün vazgeçmiş olsaydım bu ceza tipinden. of nasıl yaptım bunu ya.. yok bundan sonra izole mizole. canım o benim. ihsan efendim.
o kadar çok üzüldüm ki o ağlarken.

pazar günü

internete az girebiliyorum lakin bunu yazmak için azı yanaklarından çekiştirip genişlettim. pazar günü hava da güzel olunca. evde otura otura tozlanmış ayaklarımızı hareket ettirip hayvanat bahçesine gittik. tam önüne gelmiştik ki karşı şeritte bir adamın kanlar kanan eliyle arabaları durdurmaya çalıştığını gördük. insafsızlıklarından değil tabii tedirginlikten kimse durmuyordu. yasak bir u dönüşüyle adamı arabaya aldık. sanırım ilk kez döner bıçağıyla parçalanmış bir el görüyordum. kavgadan dedi, abim yaptı dedi, üç gün yemek vermedi dedi, memlekete dönücem dedi, yusufun bakmaması için gözlerini kapadım. koltuğa yerlere kan damlıyordu. adam selpak istedi. ben de aksın endişelenmeyin dedim. adam para da istedi. o anda eli parçalanmışken bunu düşünebilmesini takdir ettim. ben olsam sadece elimi düşünürdüm. acil serviste bıraktık onu. hayvanat bahçesine döndük.

11 Şubat 2010 Perşembe

atan tepe

adamın biri çıkmış, üşenmemiş, saçmalıyor. mevcut sefaleti yetmiyor, yanına yenilerini eklemek için can tüketiyor. bir temiz sopayı hakedenlerden. şiddet bazı durumlarda en nezih çözüm olabiliyor.

7 Şubat 2010 Pazar

direksiyon sınavı için bekleşirken kadınların gevezelikleri bana buhran geçirtti. hepsinin maşallah bir örnek kocaları sınava kadar üç kez beş kez yirmi kez hatta dün gece hatta bu sabah pratik yaptırmışlardı. Bir de herkes benim gibi son direksiyon dersini yirmi gün önce almamıştı daha dün almıştı. Aferin bana. ben şimdi her şeyi unutmuş olmam lazımdı. Yazıkkkk. Eve gidince ilk soracağım soru "sen neden bana bir şeyler öğretmiyorsun bey" olacaktı kesin. Neyse, arabaya bindim rutin işlemler. ayna koltuk tamam. arabayı hafifçe kaldır hop. iyi. sonra bir şey oldu. kavşaktan önce sinyal verip şerit değiştirmeli. hatalı bir durum. hoca direksiyona ilk müdahaleyi yaptı. kırmızı ışıkta durunca birinci vitese takılması unutuldu. sonra mı? aslında sonrası bayağı iyiydi taki yan şeride geçerken ayna kontrolu yapmadığım için bir otobüsün karnına dalmaktan son anda hocanın engin müdahalesiyle kurtulana kadar. ciddi kaza atlatıldı. pes. arabadan indim. bakiyle telefonda konuştum. dedi ki sen çok sinirlisin hadi avatara git. gittim ama avatara değil yahşi batıya. zira avatar hep dolu yarından önce bilet yok. eve döndüm surat beş karış ben o sınavda o eşekliği nasıl yaptım cümlesi kanlı canlı. yattım uyudum. sabah baki sonucu öğren dedi telle, arayıp merhaba sema hanım kaçla kalmışım dedim. 85 le geçmişsin dediler. inanmadım. tatlı alıp bizzat kursa sonucu görmeye gittim. doğruymuş. baki dedi ki. nasıl olur. senin gibilerine ehliyeti veriyorlar etraf trafik canavarı doluyor. haklı buldum. bana 85 verirlerken kesin basiretli bağlanmış olmalı. okuyup üfleyip sevdiklerine fatiha gönderip gittiğimden midir nedir?

4 Şubat 2010 Perşembe

nasıl bir beyin

con travolta ile tahterevalli arasında bağlantı kuran tek benim beynim mi bu dünyada?

2 Şubat 2010 Salı

neyi özledim biliyor musun? 1500 2000 hatta 3000 parçalık puzzlelar yapmayı. nerelere saklansam da yapsam? bu iki veletle nasıl? ha nasıl?

havadan sudan

bugün çok gök gürledi, çok yağmur yağdı, çok şimşek çaktı istanbul'da.

bugün ben bir sürü şey düşündüm, gerekli gereksiz. demin balkonda sigara içerken mesela, nerden aklıma geldiyse şairleri düşündüm.  a)sözlük karıştırarak şiir yazan şairler b)ansiklopedi karıştırarak şiir yazan şairler c)şiir yazabilmek için milletin karısına kızına iş atan şairler d)şair olmak kastıyla a-ilesinde bir ayrık a gibi yaşayan şairler. evet, hepsi de 'ler'. galiba biraz fazla şair tanımışım. bu kategorilerin dışında olanlar da var elbette. onlara bir sözüm yok.. bunlaraysa hiçbir sözüm yok!

sonra bir hikaye dinledim ben bugün. ama hayat hikayesi. bir adam varmış. gençliğinde bir kıza aşık olmuş. kız da onu sevmiş. ama evlenmelerine müsade etmemişler. kızı adama vermemişler. adam, bu sebeple tımarhaneye girmiş girmiş çıkmış gençliğinde. sonra yürüyeceği bir yol bulmuş.

kız evlenmiş. adam da evlenmiş. adamın torunları olmuş. kadının da torunları olmuş. adamın torunlarının çocukları olmuş.

gelmiş seksen küsur yaşına. kaptanmış bu amca. teyze de ankara'da yaşıyormuş. bir telefon açarmış bazen kaptan amca. sesini duyar kaparmış. seksenküsur yaşında. bazan da ortalıktan kaybolurmuş bir kaç gün. "neredeydin kaptan amca?" "ankara'ya gittim. bir görüp geldim." seksenküsur yaşında.

"aşk'a bak!" dedi.
bakakaldım ben.

1 Şubat 2010 Pazartesi

bir sevgi filimi avatar

avatarin konusuna klişe diyenler olmuş (a canım diyenler olmuş) evet konu bence de biraz klişe aslında. fakat ben bunu, marifeti açığa çıkarmak için akıllıca bir yöntem olarak değerlendirmeyi tercih ediyorum. klişe bir konuyu bile bakın çok özel bir dille anlatınca nasıl orijinal ve tadından yenmez bir film yapılabiliyormuş şeklinde (kenarlardan basık armutumsu bir şekil canladırınız)

ayrica:
fantastik filmde mantık hatası arayan, kusur bulayım diye bakan adam sözüm sana: kusur senin eğlenceyi kaçırttıran kafandadır. yok oksijen maskesi yokmuş bilmem hangi sahnede o öyleyse bu nasıl böyle oluyormuş.. sen git de haber bultenlerini seyret acikoturumlari seyret. daha önce de bunu doctor who bağlamında yazacaktım elim değmemişti. şimdi söylüyorum. yıkılın karşımdan! (domino taşları gibi yıkılan kel kafalı hımbıl adamlar düşününüz)

hayal gücü diye bir güç var. bunu insan üretiyor. bu gücü kullanarak gezegenimizde çok büyük işler becerebiliriz arkadaşlar. becerebilenleri de alkışlayalım. üç boyutlu gözlüklerimizi çöpe atmayalım, saklayalım.

o canım ormanlar, o kuşların sırtında uçmalar filan nefis.. nefis.
bir hafta internete girmeyince neler oluyor. bloğun yeni halini pek beğendim. çok gerçek. gerçeğin bile güzeli oluyor demek ki. demek ki gerçek insanı özgür kılmakla yetinmiyor. bense. dün izmitten evime döndüm. ankara il sınırı tabelasının önünden geçerken baki arabayı durdurdu. benim o tabelayla fotoğrafımı çekmek istedi. resmin altına "sınırdayım" yazabilir mişim. zaten annemin evinde temizlik yapmışız bir sürü. kollarım ağrıyor. dedim ki eşime "ben o tabelayla yan yana resim çektirmem." bu da bir tavırdır. kimin yanında boy gösterdiğin önemli değil mi?

30 Ocak 2010 Cumartesi

bu da böyle bir sevinmemdir

bir radyo programı var malum. ben onu tam beş ay oldu dinleyemiyorum. her cuma ve her pazar burada saat 2.30 olduğunda aklıma geliyor dinlemek. yani tam bittiği saatte. ilk defa bu hafta tam başlayacağı saatte birdenbire "aklıma geliverdi".
programda kelebek etkisinin de bahsi geçince burada da programın bahsi geçsin istedim. hep kaçıracak değil ya insan, bakarsın bir gün yakalayıverir. oh be.. nasıl sevindim ya :)

29 Ocak 2010 Cuma

açı


bir açıdan bakılırsa pisa kulesi eğri değildir. bir açıdan da tepetaklaktır. senin kendi açın ne? kendi bacağından asılmış bir koyun musun sen? ensesine vurulup ekmeği alınmış boynu bükük emrah mısın? ceylan mısın? küçük ceylan? ne işin var pisa kulesinin önünde yavrum senin? anan baban merak eder evine dön, geç oldu.
evet bu gün de bakış açılarımızdaki çeşitliliğin zihnimizdeki dünya algısına etkileri mevzuunda espiriyle karışık bir yazı kaleme alarak sizleri güldürürken düşündürmek istedim.

bugünlerin yarınları var gidiyorum ben sen hoşçakaaaaal. levent yüksel. insanın kendi blogu olması ne güzel şey.

Salinger, sen ölecek adam mıydın?

J.D. Salinger saklandığı yerden çıkmış dün. Çarşamba günü.
Ayyuka çıkmış ama kimse görmemiş.
91 iyidir. 90'dan da 92 den de..
91 yaşında ölmüş.
Harbiden mi? Harbiden ölmüş.
Salinger, sen ölecek adam mıydın?
Şimdi müsade edecek misin yazdıklarının basılmasına? Bize bir yumruk atacak mısın?

28 Ocak 2010 Perşembe

senin cümlen

- senin cümleni çok beğenmişler
- gerçekten mi?
- evet
- belki onun aşık olduğu biri vardır. onu kabul etmiyodur. o cümleyi söyleyip onu almıştır.
- ...

bir rüya ömür boyu

evden çıkarsam belki bir fırtına kopar. belki fırtınada kaybolur giderim. ama belki fırtına kopmaz. evden çıkarsam belki günlük güneşlik olur. ömrümün en güzel günü olabilir bu.
değer mi hiç, değer mi değer mi değer mi söyle.

sürebilir.

27 Ocak 2010 Çarşamba

ey ahali işte blogun son hali

sevgili arkadaşlarım, çok ciddi bir itiraz yoksa şablon böyle kalsın istiyorum. itiraz olursa çekinmeyin. bak aramızda lafı olmaz. yani ben böyle istiyorum diye peşin peşin yazdım diye bir çekinceniz olsun istemem. ama şunu da bilesiniz ki kırmızı çok güzel bir renktir. sizce de öyle değil mi? aksini düşüneniniz mi var? hayır varsa söylesin. yabancı mıyız, birimizin fikri öbürüne benzemiyor diye birbirimizi mi kıracaz. alt tarafı bir renk bir şablon. nedir yani. bugün böyle olur yarın başka türlü olur. ama ben böyle istiyorum. onu anlatabildim mi?

vedide hanımın tasarımı fevkalade şıktı ama benim gözümü ziyadesiyle yorduğunu ve kafamı karıştırdığı farkettim bir kaç hafta sonunda. inşallah ayıp etmiyorumdur. biraz ediyorum gibime geliyor. olsun seven kalpler hassas olur. ikimiz bir fidanın güller açan dalıyız. ama vedide bana dese ki yani jora senin bu yaptığın insanlığa sığmaz, yazıklar olsun dese ben de boynumu eğerim al sana kıldan ince kes gitsin kanlar fışkırsın sevgilim diye uzatırım önüne güzel bir aşk filmi sahnesinin birbirinden şahane kahramanları oluruz. bence yapabiliriz bunları. sonuçta insan.

25 Ocak 2010 Pazartesi

bu yazıların çerçeveleri olsa daha iyi olur*



o zaman gidip yatayım, kafamı topladığım zaman güzel güzel yazarım. Allah rahatlık versin.


*karışıyor böyle.

21 Ocak 2010 Perşembe

esma ül hüsna

----
esma o kadar güzeldi ki. gözlerimi alamadım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

migren git başımdan


bir dizi sahnesinden:
-dün gece hiç uyumadım.
-adı neydi kızın?
-migren!


19 Ocak 2010 Salı

sen sus vesvese sen susma suad hiç..

----
Murat Menteş'in kıyağı

sizin de gördüğünüzü ya da yakın zamanda göreceğinizi bildiğim halde bu bağlantıyı neden kurduğumu merak ederseniz, kanıma bağımlılık yapıcı bir ses zerkedildi gibi. bu sesi duyduğumdan beri ben eski ben değilim. bu son zamanlarda sık sık olmaya başladı ve ben bundan korkuyorum.

emily wells, mohsen namcu ve şimdi de souad massi. hızlı hızlı kat çıkılıyormuş gibi bir his bir gökdelene. ya hesapsızsa, ya devrilirse.

18 Ocak 2010 Pazartesi

ben güldüm siz de gülün

Bir arkadaşım anlattı; ben onun (bunun) yalancısıyım.
Arkadaşıma da başka bir arkadaşı anlatmış.
Televizyonlardaki haber kanallarında koltuklarda oturup sürekli konuşan yüzler aslında hep orada tutuluyormuş. Her ihtimale karşı!
Televizyon ekranlarında ‘Son dakika’ yazılı bir bant görüldüğünde bunlar bazen sunucu eşliğinde bazen kendiliğinden bir şekilde
konuşmaya başlıyorlar ya, “Bunlar konuşmasa ne olur mesela?” diye aptal bir soru sordum arkadaşıma.
Ölürlermiş, ama onlardan önce asıl biz ölürmüşüz.
Mesela atıyorum (atan ben değilim, kendisi) Hayrabolu’da, Kurucaşile’de ya da Yeni Zelanda’nın güney doğusunda (artık orası neresiyse) ani bir toplumsal olay olsa ve bu olay televizyonlara yansısa biz sıradan insanlar olarak büyük bir panik ve endişe içine girmez miymişiz, bu koltuk yüzlerinden bir iki yorum dinlemeden evlerimizden çıkamaz, bırakın evlerimizden çıkmayı hacet için helaya bile gidemez hale gelmez miymişiz?
“Gelmez miyiz hiç! Biteriz biz biteriz.” dedim.
Programlar bittikten sonra stüdyoda dekorların arkasına tek sıra diziyorlarmış bunları.
Sabah görevliler işe geldiğinde önce stüdyoların ışıklarını yakıp bunların tozlarını alıyor
sonra kameraların önüne yerleştiriyorlarmış yeniden.
Her haber kanalının kendi koltuk takımı varmış, ama bazen kanalların bunları değiş tokuş yaptıkları da olurmuş. Devamlı kullanılanlar zaten demirbaşa kayıtlıymış.
Kanallar bunları bazen farklı renklerde karşılıklı diziyorlar, bazen ikili, üçlü şekilde yan yana değerlendiriyorlarmış, artık programın cinsine göre.
“Her şey bir yana. Dekoratif olarak bile çok hoş değil mi!” diyor, arkadaşım.
Tek itirazı şuna; bu koltuk takımlarının yüzlerinin daha sık değiştirilmesi gerekirmiş bu demokratik tüketim cumhuriyetinde.
Söyledikleri bana hayli enteresan geldi! Bir arkadaşım vardı, Hayli Enteresan. Onu da sonra anlatırım.

içlenme

----
bir arkadaşım olsaydı yanımda. sirkeci'den ortaköy'e yürüseydi benimle.

15 Ocak 2010 Cuma

yeni dünya

hayat çok değişti.

eskiden ısınmak için soba yakardık. şimdi kazara soba yanan bir evin olduğu sokaktan geçsek, kokusundan hangi ev olduğunu bulabiliriz.

annelerimiz bıkmadan usanmadan her gün 3-4 çeşit yemek yapardı. biz yemek yaptığımızda 'teşekkür' alıyoruz, büyük bir kıyak yapmışızcasına. en çok yemek yapılan evde bile sıkışılan anlarda bir kaç tuş kadar yakın olan yemekçi dostlardan yardım isteniyor ve bu hiç garipsenmiyor.

çalı süpürgeleriyle her gün ev süpürülür, silinir, toz alınırdı. zaten çalı süpürgesi tozun yerini değiştirdiğinden yerleri silmek, mobilyaların tozunu almak kaydıyla tozla bir yakalamaca oynanır, temizlik ancak öyle sağlanırdı.şimdi su filtreli ve elektrikli süpürgelerimiz var. tozu arasak da bulamıyoruz.

eskiden pazar sineması diye bir şey vardı. popcorn westwernleri de şarlo'nun filmlerini de pür dikkat izlerdik. şimdi televizyondaki filmlere yüz vermiyoruz. amerikada yayınlandığı gün internete düşen ertesi gün gönüllü çevirmenlerce altyazısı yüklenen diziler takip ediyoruz.

eskiden telefon edebilmek için en az yedi defa bir deliğe parmağımızı sokar tıırt tııırt diye çevirirdik. şimdi bir iki yazının üstüne parmağımızla dokunmak yeterli oluyor.

eskiden mektup yazardık. gerçekten.

eskiden var ya, çeşitli şekillerde işleri yaver gitmiş herhangi biri 'yazar' payesi alabilir bu payeyle hayatının sükse kısmını idame ettirebilirdi. yazanlar yayınevlerinde sigara tüttürürken yazmaz görünüp yazabilmek isteyenler onları ziyarete gelirdi. çıkan dergilerden birinde isminin baş harfleri görünse sen 'başka' biri olurdun artık. ya da öyle sanardın. hatta yazabilen tek kesimin o ismi yazılanlar olduğu bile sanılırdı.
fotokopi fanzin vardı bir de. o başka bir alemdi. bu da başka bir alem şimdi.

geçenlerde eski bir arkadaşım 'ben fotokopi fanzin severim' dedi. geri kafalı herif :) 'artık fanzin internet oldu' dedim. bana hak verdi. açık görüşlü herifmiş.

eskiden benim babam sanat sanat ayakkabı yapardı. onun sanatıyla ödüller de almış ağabeyi  bir gün ona şöyle demiş: 'nerede yapıyor olursan ol, işini iyi yaparsan seni bulur, takdir ederler.' bu cümle şimdiki zamanda sanıyorum daha kıymetli. herkes eteğindeki taşı ortaya döktü. yazmak da yayınlamak da kolaylaşmış gibi görünse de bana sorarsanız -ki ne gerek var aslında- sadece yayınlamak kolaylaştı. bunca yazılan şey varken ve bu denli geniş ve yüksek hızlı bağlantılar, artık bağlantılarını kullanıp 'ben yazıyorum' demek bir hayli zor. aralarından sıyrılabilmek, ortaya 'yeni' bir 'şey' koyabilmek.
bu yüzden edebiyat dünyamız artık 'dahi'lerle ruhlanacak. ve ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum.

elimden geldiğince blogumuzu eski haline çevirdim. elim değmişken biraz renklendirdim. fakat ne yaptıysam yazar isimlerimize bir renk veremedim. onları görünür kılamadım. metinden ayıramadım.

dünya değişti. amerika ve avrupadaki  her on kişiden biriyle en az, aynı tarz kahve içiyorum. medine'de satılan çayı demliyorum mutfağımda.

kendim çalıyorum, kendim dinliyorum.

12 Ocak 2010 Salı

inglorious basterds-2

işin içinde yahudi meselesi, naziler filan olunca "ne diyor şimdi bu film bana?" temkiniyle seyrediliyor tabi. tarantino'nun her zaman söylenenlerden daha farklı bir şey söylemesini bekleyerek hata etmişim. gene de alışılagelmiş nazilerin yahudi soykırımı temalı filmlerle arasında bazı farklar var. birisi film boyunca ve özellikle de filmin sonunda yahudilerin nazilerden, hitlerden öclerini almaları. yani mazlumun intikamı vs.. ikincisi yahudilerin de amerikalıların da şiddetten o kadar uzak olmadıklarını, bu halleriyle nazilerden çok ayrılmadıklarını bir şekilde gösteriyor olması (yahudiler intikam alıyor oldukları için yaptıkları diğerlerininkine göre meşru duruyor gene de filmin anlatımı içinde).
ama ben anlamadım ne demek istiyor bu adam. sinemanın propaganda aracı olarak kullanılmasıyla istihza ettiği filmin kendisi propaganda sineması ürünü olmuş sanki. amerikada ve avrupada sinema sektörünün yahudi patronların elinde olduğunu da filmdeki tiplerin diyaloglarının arasına sıkıştırmış. ne bu, meşru gösterme çabası mı? filmi kişiliksiz buldum. onu da söylüyor olabilir, bunu da.. süleyman demirel'in kitlenin her kesimini tatmin etmek maksatlı zekice demeçlerini hatırlattı bana.
ayrıca şiddet'in en az miğdemi bulandırdığı tarantino filmi bu oldu. bir ara enfiye görünce sevindim, bir yakınlık hissettim :) apaçi aldo tipinin ve adamlarının italyanca konuşmaya çalıştıkları sahneye çok güldüm.
osman'a beraber seyretme teklifinde bulunduğumda "yahudi propagandasından sıtkım sıyrıldı, tarantino çekse seyretmem" diyerek reddetmişti. iyi de yapmış. seyretmiş bulundum, biraz eğlendim bile. ama artık bana da gına geldiğini iyice farketmiş oldum.

hoca, ben şunu anlamıyorum kendisi bu kadar zulüm görmüş bir millet nasıl olup da zulmedebiliyor böyle pervasızca? bu utanmazlık nereden geliyor?

11 Ocak 2010 Pazartesi

inglorious basterds-1

bir iki trailer'a ve (bir süredir yazarı olup hiçbir şey yazmadığım :P) ekşisözlüğe baktıktan sonra cesaretimi yokladım. evet yapabilirim dedim. kafa derisi yüzme sahnelerine dayanmak pahasına da olsa tarantino efendinin son filimini seyredebilirim.
aslında tam olarak şöyle: mecburen seyredicez, dur bakalım film bitince ne vaziyette bulacam kendimi aceba..
ben şahsen şiddet sevmiyorum. ama onun bile güzeli var. benim de güzelliğe zaafım var.

7 Ocak 2010 Perşembe

yeni kayıt

sayfanın bu halinde diğer hesaplarımdan giriş yaparsam ancak bittabiye yazabilir oldum. hani nerde bunun sağ üstte çıkan giriş yap, yeni kayıt bilmemneleri? nerde kumanda paneli? ayarlar nerde? hm? n'oluyor orda? hey!

6 Ocak 2010 Çarşamba

yanlışlıkla

şablonun içine ettim arkadaşlar. düzeltmeye uğraşıyorum. verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilemeyi borç bilirim.

(epey uğraşıp şu gördüğünüz şablonu buldum. bence fena sayılmaz. ne diyorsunuz, kalsın mı başka bişey mi düşünelim? hatta dur anket koyayım kenara sonra da yatayım)

soru

bir orkidem oldu. beyaz. hediye. ama kimin kime hediye ettiği ve benim evime nasıl geldiği kısmı biraz karışık.

bu çiçeğe nasıl bakılır ki?

5 Ocak 2010 Salı

hırsızın eli kesilsin

zamanında ne kütüphanelerden ne ödünç kitaplar alıp geri vermedim. elimin kesilme zamanı geldi. okulda edebiyat öğretmenine "çocuklara bunları okutalım mı" diye verilen kitaplar edilen imalara karşın geri alınamadı. Bu beni sızım sızım sızlatırken yeni evimize gelen misafirler "kütüphaneniz ne güzelmiş" diye ellerini kumbaramıza daldırmaya başladılar. en acısını bugün yaşadım. yusufun sınıf arkadaşını annesiyle eve davet etmiştim. o da kütüphanemi sevdi. ben şiir okumayı çok severim dedi. bizim gibilerin kitapları konusunda ne kadar tırtıklı olduklarını bilmediği içinse komşudan bardak alır gibi yedi tane şiir kitabımı aldı. yedi tane aldı. yedi. eğer bize benzeseydi ona mani olabilirdim. yok yine olamazdım ama buna gerek kalmazdı. yedisini birden alamazdı. kitapları seçtiği andan itibaren tadım kaçtı. somurtmamak için çaba harcayıp durdum. o kadar içim acıdı ki - edip canseverim iki ciltlik başıyla bana bakıyordu gfena fena- bu kornişime de yansıyıp olduğu yerden koptu ve üzerimize düştü. sadece bir kez yedi kez değil. neden geri getirmesin ki hem?

bir blogtan alıntılanmıştır -düzeltme yapılır mı buna hiç-

Boris: “merhaba arkadaşlar, çıkmaza düştüğümüz her konuda foruma soracağım sanırım artık, bizim kızımız yaklaşık 1 haftadır, evde gizli kapaklı kuytu yerlere geçip deli gibi eşiniyor, yorulup nefes nefese kalıncaya kadar tıkır tıkır sürekli yapıyor bunu, biz sesler aşağyı rahatsız etmesin die seslenip yanımıza çağırmasak belki devam edecek, eskiden de yapardı, iki tıkırdar sanki yuvaya girer gibi kıvrılır yatardı ve bunu içgüdüsel olduğunu okumuztum bir yerde, peki bu kadar şiddetli kazamaya çalışması normalmidir? işin kötüsü bu tıkırtılara alt kat komşumuz çok dayanamayıp çıkacaktır şikayete yakında, nasıl engelleyebiliriz?”

Paker: “kazma ihtiyacı duyuyo olabilir bunun nedenlerinden biri fazla dışarı çıkarmıyosanız tırnaklarını törpülemek kesmek için yapabilir veya gene dışarı fazla çıkartmıyosanız köpeğiniz dışarda kumları eşelemek istiyo evde oldu içinde bunu evde yapmak zorunda kalıyo bence kum olan bi parka gidin parkta salın istediği kadar kazsın eve gelince bidaha yapcanı sanmıyorum tabi huy edinmediiyse..”

Cissi: “Bizimkide yapardı bir ara taşa sonra pat die yatardı ama biz şanslıydık altımızda kimse yoktu. :)”

Frkk: “Tembel ırkların en önemli aktivitesidir aslında eşinmek, yattığı yerden :) Bizimkide ingiliz bulldog tan üretilmiş bir ırk, bizimde devamlı biryerleri kazmak gibi sorunumuz var ama neyseki minderinden ibaret :)”

Boris: “sanırım yukarda bahsi geçenleri hepsi birden geçerli olabilir :)
memeleri pek bi büyük büyük ve kaçırır gibi oyuncak saklama derdi var, sahte gebelik gibi bişiy olabilir, eşindiği yerler hep soğuk yerler, taş gibi, fayans gibi motoru soğutmak için eşinip eşinip üstüne yatıyor olabilir, bide zaten tembel :) çok teşekkürler anormal birşey olmadığı kesin, bu sahte gebelik olayını ilk defa duyuyorum (zaten toplamda 7-8 aydır bir köpek sahibiyiz) için sanırım biz sahiplerinin yapacağı birşey yok değil mi bekleyeceğiz geçecek?”

(bir forumdan seçme, düzelti yapılmamıştır)

3 Ocak 2010 Pazar

link

http://www.yosunbaba.com/
ortak bir kitap okusak diyorum. hemen hemen aynı zamanda. süreyi uzun tutsak diyorum. biraz yavaş okuyorum.

hadi ya hu.