30 Haziran 2008 Pazartesi

kontrolsüz güç, güç değildir.

28 Haziran 2008 Cumartesi

yolun sonu

sevgili jack, kitabını okudum. arkadaşın neal'ı ne kadar çok sevdiğini okudum. bence sen onu severken aslında içinde doğup yaşadığın kıtayı seviyorsun. babası kaybolmuş, içindeki hedefsiz tutkuyla, o azgın arayışıyla ne yapacağını şaşırmış dean. ne dediğini bilmese de hiç durmadan konuşan, nereye gittiğini bilmese de hep yolda olan, hoplayıp zıplayan, kalbindeki açlığın itişiyle bir kadının kucağından bir diğerine atlayan, hırsız dean; amerika.
kitabını yazdığın ruloyu insanlar müzelerde ziyaret ediyormuş. arkandan seni çok konuştular. genç ölmen aslında iyi olmuş, yanlış anlama da. git git yol nereye kadar, bir yere varmayacaksa?
uslubun da güzel. edebilikten eser yok eserinde. eğer sahiden 350 sayfalık romanı yazarken hiç uyumadıysan son bölümlerdeki etkinin yoğunlaşması da tuhaf. uykusuzluğun insanı beklenmedik bir uyanıklık düzeyine çıkarabildiğini ben kendi deneyimlerimden zaten biliyordum ama demek başkalarına da oluyormuş.
o kadar günahların arasında sarhoş sarhoş yüzerken arada tertemiz lekesiz saf bişeyler gözüne ilişir gibi olduğunda nasıl da heyecanlanmışsın ama jack? ona ne diyceksin güzelim?

özgürlüğünü arayan kalbe, altın tepside sunulan yemeğe kuşkuyla bakan göze, yollara düşen adama saygı duyarım. ama daha fazlasını beklerim o adamdan ben, senin yapabildiğinden fazlasını beklerim jack. bu defteri de böylece kapatıyorum.

24 Haziran 2008 Salı

uzun zaman oldu part II

bayağıdır içeriye girip bir şeyler yazamıyordum. vaktin azlığından değil de, onu merhametsizce hırpaladığımdan kendime çok az süre kalıyor. mesela çok uyuyarak vaktin bereketini silkeliyorum camdan aşağı. neyse. aslında bunları yazmayacaktım. size başka bir şey söyliyeceğim. çok uzun zamandır şiir namına bir şey yazamıyordum. buna çok içerledim galiba. ve birden tam uyanırken birinin kulağıma bir mısra fısıldadığını duydum. galiba bana acıyan bir melekti. daha önce hiç böyle bir şey yaşamadım. yani hiçbir mısram başka bir ağız tarafından kulağıma söylenmemişti. sesi net hatırlıyorum, mısra şöyleydi: "yollar: şehrin sırtındaki kırbaç izleri"

uzun zaman oldu

üç kitap bir dalga

Ken Kesey'nin bir romanı daha varmış: sometimes a great notion Bir de Chuck Palahniuk'un bir romanı daha varmış: survivor
Bir de ayrıntı'dan çıkmış yeni: açıklamalı düz ülke
bir de facebook'ta grup kurmuşlar: "reading kerouac does not make you sophisticated" diye. then what does? diye iç sesimle cevap veresim geldi. bayılıyorum kendimle dalga geçmeye. çünkü o zaman şöyle oluyor: oo sen benle dalga geçiyorsun ama o dalga çoktan geçildi hem de benim kendim tarafından. onun için bana koymaz. hadi canım, anca gidersin (illa ki, benim dönmekte olduğum yollardan)

23 Haziran 2008 Pazartesi

. . . . . .

yoruldum özlemekten. kulaklarım yoruldu. gözlerim, dilim, burnum, ellerim yoruldu. kalbim yoruldu. beklemekten yoruldum. bütün duyu organlarımla yoruldum.

nasılsın? dedi bana biri. bilmiyorum dedim, onbeş gündür aynaya bile bakmadım doğru dürüst. aynanı kaybetmişsin sen dedi. doğru dedim. aynam gelsin, bakayım nasıl olduğuma.

"o gidince bir çiçek açar içimde. binbir özenle onu her gün büyütürüm. bekleyerek heyecanla solacağı günü."

21 Haziran 2008 Cumartesi

onun sesi yer yer, susuz kalmış toprak gibi çatlar, kırılır. sesinin kırıldığı yerlerden akan kan kulaklarınızdan ruhunuzun ücra yerlerine ulaşır. bazı kelimeler onun sesiyle haykırılınca göğsünüze çarpıp bin parçaya bölünür. yumruk yemiş gibi nefesiniz daralır.
sesinin yüksek dalgalrında gezinirsiniz, sonra sizi ölü denizlere bırakır. dinlenirsiniz.
işte bu yüzden benim için dünyadaki en iyi erkek vokal dave gahan'dır (they've gone okunur, gittiler mi, ha evet gittiler çıkabilirsin diye esprisi yapılır)
resim de koyacaktım ama şu iltifatlarıma layık bir resmini bulamadım, hepsinde zirzop gibi çıkmış.

19 Haziran 2008 Perşembe

ben kimim-1

"cola turca'nın kapaklarını sakın atma aysel teyze
iki kapak getirene takım bardağı hediye"

öyle mutfak dolaplarından çekmecelerden filan kafalarında kukuletalarıyla fırlayıp aysel teyzeyi şaşırtmıyorlar mı, bayılıyorum ben o reklama. yüzümde dünyanın en salak ifadesiyle ekrana bakakalıyorum. bütün gün oturup aynı reklamı seyretsem sıkılmam. epeymanyakbirinsanportresiçizerimbuhalimle. bir de benim sahiden aysel teyzem var. parlement içiyor. gençliğinde erkek kılığına girip çektirdiği bazı fotoğrafları elime geçmişti bir ara. komşunun kızıyla sarmaş dolaş.. çok da yakışıklı olmuştu. epeysapıkbirinsanportresideçizebiliyorumbak!

ister ünlerim ister ünlemem. işte ben buyum.. (bu iki nokta meğer az önce üstüsteymiş, ne komik olurdu di mi :)) çok afedersiniz

gülnuş valde camii, oğlum, ben ve turuncu kabus

gülnuş valde camii var bizim burda. üsküdar merkezde. yeni camii de deniyor ona. daha sokaktan dış avluya girer girmez, dört mevsim, başka bir gezegene gitmiş gibi olurum. hemen önündeki caddeden geçen arabaların motor ve korna sesleri, insanların bet bağırışları, o telaş o kargaşa çoook uzaklarda kalıverir daha kapıdan adımımı içeri atar atmaz. demin de dediğim gibi dört mevsim ayrı güzelliği olur oranın. avlusunda saatlerce oturmuşluğum vardır. bir özelliği de mihrimah sultan camii'ne göre gelen giden insanın çok az olmasıdır. halbuki iki cami arasındaki mesafe yürüyerek üç dakika sürmez. ama öyledir. daha güzel olan biraz daha saklanmış mıdır yine, nedir?

tam karşısındaki sokak çaycısında yaklaşık on senedir gülnuş valde'nin türbesine bakarak çay içiyorum. o da bir başka güzeldir. türbenin demir kafesleri uzaktan sırça sarayları andırır bana. camiye bitişik ahşap ev kollarını camın önüne koyup sokağı seyreden güzel bir kadın gibi sarkar caddeye avlunun duvarlarından. gülnuş valde'yi biraz da içselleştiririm. kıt tarih bilgimle hiç tanımadığım valide sultanlardan ayrı olarak onu severim. böyle kalbimde hissederim sevgisini. çünkü kendisi üçüncü ahmet'in annesidir. üçüncü ahmet'se ilk beş padişahım sıralamasında ikinci sıradaki yerini ilelebet muhafaza edecektir.

bu dağınık yazıyı niye yazdığıma gelince, orada başımıza (ahmet'le benim) gelen bir adamla ilgili iki olay beni nihayet sinirlendirmeyi başardı. olaylar sırasıyla şöyle:
akşam ezanı okunurken caminin avlusundaydık. ahmetçiğim namaz kılmak istediğini söyledi. elimde belki de binlerce alışveriş torbası vardı. ama yine de bunu reddetmem demek ileride namaz kılmamak için bahaneler bulması ihtimaline göz yummak zorunda kalmam demek olacağı için elimdeki poşetler ben ve ahmet caminin yan kapısına vardık. cemaat namaza devam ederken oğlumun ayakkabılarını çıkarıp içeri yolladım. ben seni burada bekliyorum dedim. biraz sonra kapının meşinini aralayarak içeri baktım. ilk hissettiğim şey cemaate ayak uydurmaya çalışan kah zıplayıp kah secdeye giden oğlumun ibadetiyle mütehassis oluşumdu. hemen ardından cemaat namazda olduğu halde niye namazda olmadığı ve neden içeride caminin duvarına dayanmış bir dizi havada bir dizi yere eğilmiş oturur durumda olduğu, delik çorabı neden bu kadar kirli ve neden turuncu kıyafetler giyiyor soruları bir araştırma konusu olan adam ağa gibi oturduğu yerden kalkıp en arkada, tek başına, cemaatle namaz kılan yavrumu belinden kavradığı gibi havaya kaldırıp onu dışarı çıkarma girişiminde bulundu. ahmet ayaklarını çırpmak ama hiç ses çıkarmamak suretiyle adamın elinden kurtulup namaza devam etmeye çalıştı. adam bu sefer daha sert bir kuvvet uygulayarak yeniden çocuğu belinden yakalayıp havaya kaldırdı. (belinden yakalıyor çünkü her seferinde yakalanan kişi secdede oluyor) ben torbaları yere attım. aklımda bunun başına neden geldiğini soracak olursa ne cevap vereceğimin çaresizliğiyle adamın kolunu sertçe tutup oğlumu bırakmasını sağladım. ahmet'e hadi git namazını bitir de gel dedikten sonra adama da karışmamasını söyledim yeniden sertçe. ama adam manyaktı sanırım. beni ve dediklerimi anlamıyor gibiydi. yeniden çocuğun başına gidiyordu ki bu sefer biraz daha yüksek tondan ve biraz daha sert konuşmak zorunda kaldım. nihayet çok uzamasına gerek kalmadı da cemaat selam verdi. namazını bitirdiğini düşünen oğlum geldi, ben dişlerimi sıka sıka camiden ayrıldım.

ikinci olay: dündü. akşam ezanı yeni okunmuştu. gülnuş valde camii'ne gittik ahmet'le. ondan önce uzun bir sahil yürüyüşü yapmış biraz da yorulmuştuk. ahmet için taze bir abdest aldık şadırvandan. bedava :) sonra içeri girdik, ikimizin de çok sevdiği üzere üst kata çıktık, ben yeni namaza durmuş ve cemaat olmuş iki kişinin üçüncü kişisi olarak cemaate katıldım. ahmet de her zaman yaptığı gibi tesbih avı isimli cami oyununu oynamaya başladı. derken namazlar bitti felan dışarı çıkmak üzere ayakkabılarımızı dolaplardan aıyorduk ki o turuncu kıyafetli bıyıklı tuhaf adam yanıbaşımda bitti. şöyle dedi:
-yukarda siz mi namaz kılıyordunuz?
-evet dedim. ama başka kimse kalmadı galiba yukarda.
-biliyorum dedi. siz namaz kılarken ben geldim baktım.
-hö? diyemedim. öyle der gibi baktım.
-ben dedi, yukarı çıkıp bir şey var mı diye kontrol ettim. ben, burda çalışıyorum.
-ne çalışıyosunuz? dedim.
gayet kendinden emin ve hafiften arkaya doğru gerinerek
-şimdi bomba oluyor bir şey bırakıyorlar ben burda...
derken adama adım adım yaklaştım ve elimi yakasındaki karta attım. aynı zamanda da
-siz güvenlikçi misiniz? dedim
-yok, dedi. güvenlik dışarda. ben temizliğe bakıyorum. burayı ben temizliyorum.
-he anladım. siz bombaları temizliyorsunuz, dedim
-evet dedi.
ben camiden çıktım, ayakkabılarımı giydim sokağa çıktım, dolmuşa bindim, eve geldim, yemek yedim, misafir kabul ettim, uyudum, uyandım, çamaşır astım, arkadaşlarımla konuştum ama hala daha kızgınlığım geçmedi. bu yazıyı yazarken bir dahaki gidişimde bu adam hakkında camii'nin imamıyla konuşmaya karar verdim. içime biraz su serpildi.

18 Haziran 2008 Çarşamba

az yağlı sinek

kitapta yol aldıkça neyse ki benim sefil ruhum kerouac'ınkinden epey uzaklara düşmeye başladı. anlatılanların gerçek oluşu hatta gerçeğin sansürlenmiş hali oluşu hem de bundan altmış sene evvel yaşanmış oluşu bazen beni gülümsetiyorsa da çoğunlukla şaşırtıyor ve ne mutlu ki üzüyor biraz da.
neyse, anlatacağım kısım şu: adam otogarın birinde güzle bir kızla karşılaşıyor, tesadüf eseri kızla aynı otobüse düşüyorlar, işler yolunda gidiyor kızla aralarında muhabbet hasıl oluyor, kız da onu gözüne kestirmiş garda, neyse.. nihayet bir otel odasında buluyorlar kendilerini. sonra bir anda kerouac bu kızın orospu olduğu, bir pezevenk tarafından çalıştırıldığı ve kendisini soyacağı paranoyasına kapılıyor. kız da çok geçmeden kerouac'ın kendisini pazarlamak isteyen bir pezevenk olduğunu düşünmeye başlıyor. birbirlerine birkaç saat öncesinde aşkla bakan iki insan bir anda birbirlerinden korkar oluyorlar. evet işte sinek, işte yağ diyorum fatma..

şimdi anlatınca bana da çok yavan geldi :P
başladık bi kere, okuycaz mecbur.:

ist

istemem. gürültü olmasın. çiçekler solmasın. annem ağlamasın. kafası karışmasın sevdiklerimin.

istemem. dağınık olmasın evim. zaman daralmasın. çok sıcak olmasın. çok soğuk olmasın.

istemem. şımarmasın çocuklar. anneler bağırmasın.

istemem. istemem. istemem.

istemez, istemememi.

istesin. ne isterse onu. vazgeçtim.

ne isterse o.

17 Haziran 2008 Salı

natasha

The Newyorker'da, Nabokov'un daha önce hiç yayınlanmamış olan bir hikayesi (natasha)yayınlandı bu ay. 1924'de 25 yaşındayken yazmış. Az önce okumamı tamamladım. Altını çizdiğim bir kaç cümleyi dayanamadım tercüme ettim:

..derin bir kuyuya düşer gibi uykuya yenik düştü....

..Wolfe, bu karşılıksız yankının etkisiyle incinip suskunlaştı. Ve geniş gölün yanıbaşındaki o ferah, ışıklı anda, bir ahenkli böcek gibi bariz bir keder gelip geçti.
...
İçerisinde sokak lambalarının değerli taşlar gibi parladığı mavi bir mutluluk sisinde yükselirken, bunu da babama anlatmalıyım diye düşündü..

..açık mavi şafağın nüfuz ettiği uyuklaması..

tamamını tercüme edebilsem ne kadar iyi olur. nabokov çevirmek de her babayiğidin harcı değil tabi ama bu konuda benim tek dayanağım onun sahiden sadık ve hayranlıkla bağlı bir okuru olmamdır :) neyse bir çevirelim bakalım neye benzeyecek.. yaptığım işi az çok beğenirsem sofraya koyarım. ister yersiniz ister yemezsiniz o size kalmış..

16 Haziran 2008 Pazartesi

enseme vurup lokmamı alamazsın. güzel güzel istersen belki veririm. bir dilim ekmeği bölüşürüm seninle. ama suyu aynı kaptan içmem, tiksinirim.
gene de yok ben illa ensene vuracam diyorsan, iyi niyetinden şüphe ederim, ters ters bakarım, gerekirse uçan tekme atarım.

günün şarkısı

boooş kalııır o hanlaaaaar saraylaaaaaaar
booooooooooş kalııııııııır o hanlaaaaar saraylaaaaaaaaaaaarrrrrrrrrrrrr...........

ağır roman-film müzikleri/ağla sevdam-yusuf taşkın
(duvara karşının da dolmalı müziğidir hatırlarsanız, yakacık uğur mumcudaki evin de mutfak fonlarında kullanmıştık, ayşe hatırlarsan..)

habersiz kuşlar geçer... geceler... aşığım ben sana çok aşığım... yola çık... kördüğüm çember dört duvar... bıkar...can uçar... o hanlar saraylar...lar...

15 Haziran 2008 Pazar

hieyt jack kerouac!

...because the only people for me are the mad ones, the ones who are mad to live, mad to talk, mad to be saved, desirous of everything at the same time, the ones who never yawn or say a commonplace thing, but burn, burn, burn like fabulous yellow roman candles exploding like spiders across the stars and in the middle you see the blue centerlight pop and everybody goes "Awww!"
...çünkü benim için yalnız çılgın insanlar önemlidir, yaşamak için çıldıranlar, konuşmak için çıldıranlar, kurtarılmak için çıldıranlar, aynı anda herşeyi birden arzulayanlar, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortlarındaki mavi ışığı görenlere, "vay canına!" dedirten o muhteşem sarı maytaplar gibi yanan, yanan, yanan insanlar.

(hiç fena değil çeviri, velakin bu kitap da malesef orijinal rulo değilmiş. 1991 penguin baskısından çevirmişler. orijinalini okumak herhalde new jersey'de kısmet olacak bu gidişle, peh :) bu arada kitap ve çay için teşekkürler ayşe. iki bölüm lost almak için üşemeyip ta bizim eve gelmenizle de osman'la benim çok büyük takdirimi kazandınız, heheh.. karpuz da kesecektik ama kaçtınız hemen :)

alıntı

Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve ebedî zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul!.. (17. Lem'a/Bediüzzaman)

14 Haziran 2008 Cumartesi

adamın biri

ben küçüktüm, ablam da küçüktü ama benden yine de on yaş büyük olduğuna göre benim küçüklüğümle onun küçüklüğü arasında pek de küçük olmayan bir fark vardı sanırım. Ben beş yaşındaydım. o da on beş. benim annem de on beş, mon beş dinlemeyen ve "kız çocuk buldun iş yaptır" mantığını icad eden "lazlara" mensup olduğu için ablama cam sildiriyorudu. Ablam camını hohlaya hohlaya silerken arkadaşlarından öğrendiği şu espiriyi bana yapmıştı ( lütfen ayıplamayın onun gençliğinde bu espiriler henüz yeni keşfedilmişti) "Adamın biri denize girmeye bayılıyormuş, girmiş ne olmuş" "ne olmuş abla" "denize girmiş bayılmış" o günü asla unutamıyorum. galiba ben de travma etkisi bıraktı. Bir psikoloğa gitsem çocukluğuma inse ilk rastlayacağı gün bu olur herhalde.

13 Haziran 2008 Cuma

bir şarkı gelir uzaktan
söyler aşktan yaşamaktan
bir ses ki ruhtan dudaktan
o sese yandım ah o sese

11 Haziran 2008 Çarşamba

sanatınız kim?

sanat sanat içindir, yok sanat toplum içindir filan diye tartışmalar artık olmasın. sanat benim içindir, kendim içindir, kendi keyfim içindir. hem de herkes için böyledir. egocentric bir şeydir. fakat bir takım insanlar kendilerini memnun etmeye, tatmin etmeye, (ne dersen de) yönelik bir eylemde bulunmayı nahoş kabul ettiklerinden olacak, mazeret olarak topluma faydalı olmak ya da daha fenası, sanatı kavramsal bir çok afedersin ilah gibi görüp bu yapıtım da sanatın şahs-ı manevisine armağan olsun, ben sanatta fena olmuşum şeklinde zırvalarla karşıma geliyorlar. şöyle sanatına göre artık heykeltraşsa kafasını taşla kırmak, ressamsa gözüne fırça sapı sokmak, şairse hoyratça bi kafa geçirmek suretiyle cezalarını veriyorum. bir ikisi adam oldu. onlara balkonumda kafes yaptım, besliyorum.

bugün böyle diyorum mesela, yarın tam tersini söyleyebiliyorum. inkonstant diyorlar bizim gibilere. ağzını bozmaktan çekinmeyenler de dönek diyorlar. iki kişi de bana anne diyor. küçük küçük bişeyler böyle, ayak altında dolaşıp duruyorlar. sanatın eserleri..

bir de düşünmeye fazla zaman ayıramıyorum ne kadar denesem. zaten onu yazmıştım ( http://bittabi.blogspot.com/2008/02/flash-flash-flash.html ). o yüzden ağzımdan çıkan bazı lafları sonradan duyunca veya yazıklarımı okuyunca çok salak ürünü olduklarını görüyorum.
son olarak da domates çorbasını yaktım bunu yazarken.
buradaki yazı silinmiş, yerine bu yazılmıştır.
buraya çöp atmak serbesttir. arkadaşım eş arkadaşım eş arkadaşım eşref.
artık davetlerimize başlayabiliriz (mi?).

bu gün

bu gün bu yazıma ayşe sevim'e teşekkür ederek başlamak istiyorum. bu gün burada ve herhangi bir gün herhangi bir yerde açıklamayacağım bir sebepten ötürü.

kendisi gerçekten arkadaşım olduğu ve en önemlisi bunu benim yokluğumda da en derin noktalarına kadar sürdürdüğü için.

beni gerçekten sevip acımı acısı, sevincimi sevinci, meselemi meselesi edindiği için.

ve o olmadığı zamanlarda benim gibi duygusuz birinin bile özleyebileceği kadar güzel olduğu için.

bu gün bu yazımı başka bir şey yazmadan bitirmek istiyorum.

10 Haziran 2008 Salı

dünya! topsun ooolum toop!!





sonuçta dönen bir top. ve de toplar oynamak içindir.








her şey yıkıldı, tek sen kaldın. sen de çok az kaldın. bu da mı geçer ya hu? geçer ya, ne sandın?

beyaz beyaz şeyler bulut. mavi mavi şeyler deniz. kahverengi şeyler de ayaklarımızı bastığımız topraklar. yerçekiminin kütlenin ağırlığı ile alakalı olması da bence mesajlı bişey. allaha şükür bizim dünyamızda zıplamak hala mümkün. daha büyük bir gezegende olsak yapışır kalırdık.
gezegenimizin zıplamaya olanak tanıyan boyutlarına rağmen yüzeye yapışıp kalanlara ise ahmak diyoruz.

?


normal bir kediyi sıcak hava iki saatte bu hale getirirse, ayşeyi sıcak hava bir günde ne hale getirir. bu matematik probleminde havuzun gösterdiği suluklardan dolayı kendisine yer verilmemiştir.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Yaşasın Konya


Arkadaşlar Konya'ya gittim. Çok güzeldi. gene gitmek istiyorum. mümkünse beraber gitmek istiyorum. Ladikli Ahmet Ağa'nın vefat yıldönümü etkinliklerine katıldık. Kendisi bir çoban VE veli. Fakat veliliğininin hususi bir durumu var. Gördüklerini söylemesine izin verilmiş. (yusuf dur be) "Normalde keramet bir yerlerinin görünmesi gibidir ama biz izinliyiz " diyor. Hz. Hzırın talebesi. kore krizinin çözümü için uğraşıyor, türkiye için yapılan gizli anlaşmalarda bir yetkiliyi öldürüp iki tarafı birbirine düşürüyor sonra gelip koyunlarını güdüyor vs.. odasında oturdum. torunuyla konuştum. giydiği bir kaban var, onun üstünde namaz kıldım. (yusuf in başımdan) Bir de onu gören dermiş ki bu mu evliya, ağzında sigara başında kasket dağlı bir çoban... Ama öyle güzel ki di mi?

sevgili dostumuz orkinos

şu resimde görmekte olduğunuz zat-ı şahane, orkinos. bunu böyle kuşbaşı doğruyorsun güzelce. limon suyu tuz ve sirkeyle terbiye edip yarım saat bekletiyorsun. bir tavada hilal doğranmış soğanları zeytinyağı ile kavurup üzerine domates rendesi ekliyorsun. tuz karabiber, pul biber, kekik.. sonra terbiye olmuş orkinosu da tavaya koyup lokum kıvamına gelmesi için kendisine 20 dk tanıyorsun. varsa biraz defne, maydonoz.
oldu mu? of çok enfes bişey oldu..
bir de bu orkinos denen yavru, bildiğin balık gibi pis pis kokmuyor. kuzu eti gibi. hiç böylesini görmedim. japonlar bunun için adam öldürüyormuş :) çok da kıymetli pahalı bir balıkmış filan. biz 6.90'a aldık. aslında 200 kiloyu buluyormuş büyüse. ama bizimkisi en fazla 15 kiloluk bir bebekti. onu çok sevdik. içimizde yaşıyor :)) ton balığı denilen balığın da iri orkinos olduğuna dair rivayetler var.
demedi demeyin, bulduğunuz yerde götürün. bu da siz değerli dostlarıma bir gurmelik güzelliğim olsun. üç tarafı balıklarla çevrili bir ülkede yaşıyorsak, miğdemizi bu gerçeğe yakışır usulde terbiye etmek öncelikli vazifemiz olmalıdır. öperim orlarnızı burlarnızı (yanak manasında!)
e e e e e e e e l l l l l l l l m m m m m m m m a a a a a a a a

8 Haziran 2008 Pazar

e l m a d e r s e m ç ı k a r m u t d e r s e m ç ı k m a y ş e . . .

7 Haziran 2008 Cumartesi

j

bu benim aslıma rücu edişim :)

6 Haziran 2008 Cuma

temaslarda bulundum:

bugün bir kaç konuya temas etmek için buradayım.
internet küfürbazları
gerçek hayatta küfür eden adam sayısı (X) ile internette aklına gelen küfrü pervasızca savuran adamlar (Y) arasında ciddi bir miktar farkı olduğunu tesbit ettim. Y-X'in bana birisi hesabını versin. erkeksen sokakta et küfrünü de hesabımızı bilelim, puanını verelim güzelim. korkma söv!
aynada güzel
biz kadınlar bazen aynaya bakınca dünyanın en güzel kadınını bazen de iğrenç bir mahluku temaşa ediyoruz. ilk durumda çok mutlu olurken ikinci durumda keyfimiz kaçıyor. aslında aynı kadın ikisi de. biliyorum çünkü aynanın tabiatı gereği..
birinci biz
biliyorusnuz ben başkalrının bloglarını kurcalayıp duruyorum işim gücüm yokmuş gibi. gördüğüm bloglar içinde en birinci bizi seçtim pikaçu! hele bir iki tanesi var ki, onları görünce kendimle ve sizlerle (evet siz, ayşe ve fatma) bir gurur duydum bir gurur duydum. oh çok şükür yarabbi!
mtv türkiye
çok ibretlik bir kanal. haftada bir iki saat seyredilmesini tavsiye ediyorum. özellikle konulu programları ağızları açık bırakıyor. dünya g.t olmuş dedirtirken, şükredecek ne kadar çok şeyimiz olduğunu hatırlatıyor.

5 Haziran 2008 Perşembe

sağ, salim, selim, selamet, sakin, sekinet, sükunet..

sukut! hayal-i sukut.
dizisini hiç seyretmedim, ama intro müziği o kadar güzel ki: rescue me: http://www.ztunnel.com/index.php/1010110A/dbbc1f4bb4a12ab47b3c9740e604bdcc2920bd4c2bc63976809e0f231295b988dc1c2db71e6ae58015780

4 Haziran 2008 Çarşamba

Türkçenin Sırları

türkün irfan ve gönül gücüyle fethedilmiş kelimelerinden biri de "garip" dir.

(Nihad Sami Banarlı Türkçenin Sırları)

bir insan bu kitabı okumadan göçmemeli. Ben ismekteyken öğrencilerime okutturuyordum. eğer kişi yazmak istiyorsa içinde bulunduğu zenginliğin - yani dilin oradan da kelimelerin- peçesini kaldırmalı. bu kitap iyi peçe kaldırıyor.

2 Haziran 2008 Pazartesi

nelan öyle zenci mi olur


ben buraların zencisiyim. rengim kararsız koyu kırmızı ya da magenta -özür dilerim . rahat et senin sokakların bunlar. sen dizdin otaşları oraya. ben yanlarından geçip giderim. istersen başkalarının zencisi olayım. girdiği kabın şeklini alamayana zaten: katı. rahat et sen senin şekillerin bunlar.

yok o resimdeki ben değilim, hale. burası da orası değil zaten. orası poyraz.

Bilye yavaş yavaş yuvarlandı bana doğru, bir olay gibi. İçinde renk renk ırmaklar akıyordu, dipdiri. Yaz içindeydi bilyenin. M.duras-

seviyorum bu hatunu

Akıl gibi bir şey delilikte. Açıklanmıyor. Tıpkı akıl gibi. Geliyor, iyice sarıyor seni, ozaman anlıyorsun. ama geçip gidince de bir türlü anlayamıyorsun ne olduğunu- Marguerita Duras

ferit feryad



farid farjad. yani; ferit feryad. 1938 yılında doğmuş. tahran'da. gidip elini öpmek istiyorum.

an roozha (ters lale) ismini taşıyan 4 albümü var. yani an roozha 1, an roozha 2 diye gidiyor isimleri. bir de golha orkestrasıyla beraber bir albümü daha var. bendeyse 19 eseri mevcut. ayşe, bunları senin muhakkak dinlemen gerek. evinden hiç çıkmadan uzun yolculuklara çıkman için.

hakkında hemen herkes hüznü konuşuyor.evet çok hüzünlü gelebilir insana. ama bana mutluluk da veriyor. seninle, büyümeye çalışan iki küçük kızken nasıl da birbirimize kenetlenişimizi, hayatımızın zenginliğini bilmeden ama hissederek o zamanlarda ektiğimizi, kendinden başkasını kendinden önce düşünme büyüklüğüne daha o zamanlarda nasıl da eriştiğimizi.. kısacası en başta seni hatırlatıyor, yaptıklarımızı ettiklerimizi.

sonra, hiç bilmediğimiz şehirlere gidiyoruz. hem doğuda hem batıda. hem kalabalık hem sakin olanlarına. dünya üstünde ama dünyada değilmiş gibi duran şehirlere gitmiyormuş gibi yapıp aslında gidiyoruz. bunu yapıyoruz.

ayrıca: bir insana ismi bu kadar mı yakışır? erkeğin feryadı..

1 Haziran 2008 Pazar

şerefe

bugün ingilizce kursundaki kızlarla dışarıda çay içtik. herkes hayatını sağa sola çekiştirdi, kustu, süsledi, renklerini gösterdi. Kızlar hiç gıcırdamayalım. manyak güzel bir hayat yaşıyoruz. diğerleriyle dıştan aynı ama içerden nasıl da killerle topraklarla ovula ovula yıkanmış bir yaşamımız var. yaşamımızda, bir şey beceremeyişimizde, kendimizden memnun olmayışımızda, kocalarımızdan beklentilerimizde, ettiğimiz küfürlerde, çok sıkı bir derinlik var. inanın. bir kere birbirimizi sevme şeklimiz nasıl da bu dünya şartlarına göre" saçma". kimin böyle bir saçması var. Alev alatlı belki hatırlarsınız gittiğimiz ropda şey demişti. afrikalı çocuklar çukulata istemez, çünkü tadını bilmiyorlar. etraf çukulata tatmamışlarla dolu. halbuki biz boğazımız yansa da - zaten yandığı için- ne güzel de yiyoruz. oh be, şerefe

yapmadım

babamın terasından bir panaromik istanbul fotoğrafı çekemedim. buraya koyamadım. aylardır doya doya ağlayamadım. muzsuzluktan kafamı duvarlara vuramadım. mutluluğa doyamadım. evimin tamamını hiç toplayamadım. pazardan aldığım sebzeleri yemek yapamadım. aldığım kitabı okuyamadım. okuduklarımı aklımda tutamadım. her zaman sakin olamadım. hep sinirli kalamadım. kendi kendimin kararını veremedim. beni sürükleyen rüzgara karşı koyamadım. hiç rüzgara karşı işeyemedim. adam olamadım. kadın kalamadım.