18 Mayıs 2008 Pazar

zırva

bir dergiye bir yazı yazdım. ama yalnış anlaşıldım sanırım. yazıdaki bilgilerin elbetteki hepsi doğru değil. ama herkes doğru zannetti. halbuki yazı sanatının ikiyüzlülüğü diye bir şey var değil mi? şimdi tefe koyuldum. neyse ki cüretkar bir şey yazmamışım. yazı aşağıda. hadi bakalım. sıkılmadan sonuna kadar kim okuyacak



Annem yaşlandı. Hastalıklar vampirler gibi sivri dişlerini bedenine taktılar. İlaç şişeleri, merhemler, iğneler, suda eriyen kapsüller mutfak dolaplarından başlarını çıkarıp onu izliyor. Bu tıngır mıngır kadının bir kör gibi ellerini ileriye uzatarak buzdolabına doğru ilerleyişine bakıyorlar. Bir yeri acırken annem genelde böyle hareket eder. Kolları az önde yürüyen görünmez bir şifayı sırtından yakalayacakmış gibi uzanır.
Kör olmayan kör kadın sonunda buz dolabına ulaştı, soğuk su torbasını bulmak için derisi bollaşmış elleriyle buzluğu karıştırıyor. Çünkü başında bir şişlik var. Aslında biraz şişlik biraz da içeriye çöküklük. Yirmi dakika kadar önce oldu. Yolda yürürken dengesini kaybedip yavaşça, sanki ağır çekimdeymiş gibi yere düştü ve başını kaldırıma çarptı. Önce her şeyi siyah görmüş olmalı. Belki de parlak bir ışık görmüştür. Bilmiyorum.

Onun otuzlu yaşlarını hatırlıyorum. Çok güzel bir kadındı. Evin içinde tuzlu gözyaşları dolaşırdı. Komşular oturmaya gelir, komşular ellerinde dantellerle gelir, komşular başlarının üzerinde görünmez haleleriyle gelirdi. Evin içinde annemin geniş kahkahaları dolaşırdı. Sanırım annem herkes kadar mutlu oldu ve pekçok insan gibi hayatta çok mühim bir şeyi ıskaladığını belli belirsiz hisetti. Belki de hissetmedi. Bir çoğumuzun aksine ıskalamamış da olabilir. Nereden bilebilirim ki?
Annemin gençliği uzun sürmüştü. Zamanın tırnakları onun etine yavaşça girmedi. O birden bire yaşlandı. Her sene birkaç çizgi çubuk yerleşeceğine hepsi birden birkaç ayda yapıştı suratına. Akrep ve yelkovan onun yüzünün üzerinde dolaştı sanki o yıl ve her kımıldanışlarında bu eşsiz suratı yırttılar. Kötü bir dönemdi onun için, kötü olduğunu biliyorum çünkü bunu ona ben yaşattım.

Şu anda altmış beş yaşında, beş yaşındaki torununa altmış beşin nasıl bir rakam olduğunu göstermek için iki elinin parmaklarını altı kez açıp kapadı: “ Bak ben senden, bu kadar bu kadar bu kadar... büyüğüm” dedi gülümseyerek. Torun da çok sevimli bir şey, dudaklarını şaşkınlıkla süsleyip: “Sen ölecek kadar büyüksün, filmlerde adamlar nasıl ölüyor biliyor musun büyükanne, öyle değil sen vurulmadan da ölebilirsin...” dedi.

Annem buz torbasını bir avuç kalmış saçlarının arasını açarak kafa derisine yapıştırdı. Eskiden bu saçları zapt edebilmek için örmesi gerekirdi. Onun o örgüyü çözüp saçlarını taraması büyülü bir şeydi benim için. Özgürlüğe kavuşan teller kıvrılır, tarak bu buklelerin üzerinde bir sevgili dokunuşu gibi hareket eder, saçlar simsiyah gülümser... Halbuki şimdi... Şimdi daha güzeller.

Buz torbasını masanın üzerine bırakırken “ İyiyim iyiyim” diyor lekelerle dolu bir sesle. Kiminle konuşuyor? Benimle mi? Yoksa odada görünmeyen ama ikna edilmesi gereken bir hayalet mi var? Bir fısıltı: “İyiyim, iyiyim.” Midesine, cildine, kalbine yığılan hastalıkların bir kısmı da sesinin üstüne çıkarma yapmışlar. Savaş ardından yağma edilen bir kasaba gibi annemin sesi de talan edilmiş: Kısılmış, yırtılmış, tartaklanmış... Belki fena anılar da bu sesi dişlemiştir. Mesela oturma odasındaki on dört yaşındaki kızın bu işte parmağı olabilir. Annesine “Senden nefret ediyorum, asla senin gibi olmayacağım” diyor. Küstah mı? Belki de sadece genç. Hayır sadece aptal. Yeryüzünün kendisi için yaratıldığına inanıyor. İnsan on dört yaşında bile böyle bir palavraya inanmamalı. Neyseki o kız artık on dört yaşında değil, annesi de ondan böyle korkunç sözler işitmiyor. O kız tansiyonunu ölçüyor şimdi annesinin. Büyüğü on iki, küçüğü sekiz. Bir de şekere bakalım. Yüz on. O da iyi. Yine de doktora gitmemiz lazım. Hafif bir ses yuvarlanıyor: “İyiyim, iyiyim.”

Birden annemin farklı yıllardaki halleri mutfağa doluşuyor. Otuz yaşlarındaki annem karşıma geçip: “İyi değil, iyiyim dediğine ne bakıyorsun, hadi kalkın doktora gidin” diyor. Kıpırdamadığımı görünce: “Şimdi, hadi çabuk ol” diye sesini yükseltiyor. Ayağa kalkıyorum ama elli yaşlarındaki annem omzuma bastırıp beni oturtuyor: “ Bağırma, o ne yapacağını biliyor” diyor otuz yaşlarındaki anneme. Ama otuz yaşlarındaki annem bunu nasıl anlasın? O çocuğunun kendi kendine karar verebileceğini asla düşünemez. Halbuki elli yaşındaki annem bunu pekala biliyor. Birbirlerini çok iyi tanıdıklarını düşünüyor olmalılar. Ama tanıdıkları kadınlar gerçeklerine benzemiyor. Ben elli yaşındaki anneme dönüp “Haklı, gitmeliyiz” diyorum. Arkada duran kırklı yaşlarındaki annem de bir baş sallayışıyla beni destekliyor. Annemin faklı senelerdeki bedenlerinin arasından geçip fortmantoya gidiyorum. İşte beyaz bir atkı.Yaşlı kadının başının üşümemesi için gerekli. Çekmeceden bir de ufak bir havlu almalıyım. Sırtı terlerse koyarız. Mutfakta elleri titreyen, başını öne eğmiş, hafif kanbur olan altmış beş yaşındaki kadından şöyle bir ses çıkıyor: “İyiyim, iyiyim”

3 yorum:

vedide yalınayak dedi ki...

okudum.

ayse dedi ki...

o portmanto değil miydi ya? ben yanlış biliyorum herhalde..

bu bilgilerin hepsi sahici de olsa tefe konulacak ne var anlamadım kuzum. çok da güzel olmuş zevkle okudum. ben sizin zaten hayranınızım :)

gazoz kapağı dedi ki...

hakkaten o fort değil portmanto, umarım tashih eden de ayşe senin gibi görür. ben bunu çok yapıyor neyi? bir yerimden ek uydurmayı. çocukken kim öğrettti bana konuşmayı ya. her üç kelimede bir yalnış harf yahut ek. tefe koyulmaya gelince, pek tef değil de "gençken isyankarmışınız" bağlamında bir şeyler. halbuki en uysal veledi bendim o evin. ama anneciğim gerçekten düştü. neyse ayşeciğim senin beğenmene (ben de size ve daha çok da sizin çocuklara hayranım, hata nasıl güzeller ekmeğe sürsek yesek kıvamında)Fatmacığım senin de okumana sevindim. oh be, seviyorum sizi ben