5 Ekim 2010 Salı

uzun yoldan

long way round'dan daha önce bahsettiğimde henüz izlememiştim. sonra oturdum 10 bölümü art arda seyrettim. aşağıda uzuun uzun anlatıcam bak, "özet geç, okuyamam" diyorsan sadede geldiğim kısma doğrudan atlayabilirsin.

2004 senesinde, iki motosikletsever arkadaş, ewan mcgregor (star wars'un obi wan kenobi'si) ve charley boorman (o da aktör) londra'dan kalkıp new york'a kadar dünyanın etrafını motosikletle dolaşmaya bunu da kaydedip belgesel film yapmaya karar veriyorlar. 30bin km ve yaklaşık dört ay sürecek yolculuk için kendilerine bir yapımcı, yönetmen bir kaç kameraman vs.. buluyorlar. geçmeyi planladıkları bölgelerin hatırı sayılır bir kısmı bırakınız gps sistemlerinde mevcut olmayı haritası bile çizilmemiş yerler. iz yok, yol yok. gündelik hayatında pek zorluk çekmedikleri muhtemel olan artist adamlar için turistik bir gezi olmayacağı ve zorlanacakları baştan belli yani.

rota'da bulunan ukrayna, kazakistan, moğolistan ve sibirya gibi ülkelerde "enfiye nasıl istenilir" gibi elzem bir takım bilgileri edindikten sonra dünyalar güzeli bmw motosikletlerine atlayıp yola düşüyorlar. ikiliyi üçüncü ve bizim pek görmediğimiz bir motorda kameraman cladio takip ediyor. ekipman filan taşıyan iki cip de bazen bir kaç saat bazen bir kaç gün geriden arkalarından geliyor. claudio'nun kamerası dışında kasklarına monteli küçük kameraları birer de portatif el kameraları var. ewan ve charley bu kişisel kameralarıyla video günlük tutuyorlar, deneyimlerini kameranın karşısına geçip anlatıyorlar akşamları.

özellikle avrupa'dan çıkıp eski sovyet bölgesine girdikten sonra tadından yenmez bir kıvama gelmeye başlıyor belgesel. mesela ukrayna'ya girerken birisi aman mafyaya dikkat edin diye uyarıyor. sahiden gümrükten çıkar çıkmaz bir anda kendilerini mafyanın elinde buluyorlar. sizi evimde ağırlayacam diyen adam güya elektronik eşya satıcısı ama bir tek alnında "ben mafyayım" yazısı eksik. ev kalaşnikofla dolu. ödleri patlıyor tabi ama kaçacak delik yok. bir ara adamlar bunları alıp maden ocağına filan indiriyor. bir iki gün zorla ağırlanıp eşe dosta gösterildikten sonra yola devam etmelerine izin veriliyor.

kazakistan'dan sonraki kısımda ise artık sefaletin dibine vuruyorlar. başlarda kamerayla karşılaşınca gençleri özendirmemek için saklanan sigaralar yolun çileleri arttıkça elden düşmez oluyor. saç sakal birbirine karışıyor. sergey adında ihtiyar aksi bir rus doktorları var, "manyak mısınız oğlum size rahat mı battı çoluğunuz çocuğunuz var, bizi de peşinize taktınız tööbe" diye ikide bir ayar veriyor bunlara. geri dönmek mümkün değil, yola devam etmekten başka bir seçenek yok. bir süre sonra, ne kadar yol geldikleri, ne kadar daha gidecekleri gibi hesaplar önemsizleşmeye başlıyor. "sadece yolda olmak" zevkini yaşamayı onun dışındaki herşeyden soyutlanmayı öğreniyorlar.

hakkında hiçbir şey bilmedikleri yerlere ilk defa adım atıp tanımaya çalışıyorlar. sen ben gitsek gene öyle şaşkın, kırılgan oluruz yani. ibadethanelere girip huşu içinde dua ediyorlar, insanların çadırlarına uğrayıp yemeklerinden tadıyorlar. bunun gibi bir şeyi tayfun talipoğlu gibi adamların da yaptığını görmüştük. ama bunlarınki biraz daha yorumsuz. "işte şimdi de kendimizi burada bulduk. bu da böyle bişeymiş. yarına ya nasip" gibisinden. gerçekten yola harika adapte olmuşlar. aralarında da çok tatlı bir muhabbet var. çok iyi arkadaşlar. yalnız karıları biraz kıskanıyor ewan'la charley arasındaki muhabbeti doğal olarak eheh.
belgeselin çekim tekniği ve kurgusuyla seyirciye ekibin içinde olduğu duygusunu verebilmişler. bütün yolu beraber gitmiş gibi oluyorsunuz. new york'a varmak üzereyken aileleriyle kavuştukları sahnede filan gözleri dolabiliyor mesela insanın.

2007'de de afrika'ya doğru inelim demişler aynı ekiple. Long Way Down'ı yapmışlar. ama aynı tadı vermiyor. bence bunun sebeplerinden en önemlisi takipteki ekibin bu defa neredeyse her yerde burunlarının dibinde olması. iki sıkı dostun yolculuğu olmaktan çıkmış. benim de peşime iki arazi aracı tak, doktorum, bodyguard'ım vs. peşimde olsun ben de dolaşırım dünyayı peh. bi helikopter eksik tepelerinde. neyse ki çölün ortasında bir yerlerde bisikletiyle tek başına dünyayı dolaşan amerikalı bir gençle karşılaşmışlar da biraz yüzleri kızarmış.
çok önemli bir olumsuz katkı da ewan'ın karısından gelmiş. "ben de bu sefer sizinle gelecem" diye atlamış bu. ewan da "aa karım da gelsin oğlum çok süper olur" diye bu öneriyi sevinçle arkadaşlarına taşıyınca olmaz diyememişler ama herkesin tadı kaçmış. charley "ben yedek lastik gibi kalırım o gelirse" dediyse de nafile. o andan itibaren ikilinin arasından sular sızmaya başlıyor tabi. o eski muhabbeti göremiyoruz. yolcuğun neyse ki tamamında değil sadece 10 günlük, belgeselde de 20 dakikayı kapsayan bir kısmına dahil etmişler kadını. zaten motosiklet kullanmayı da beceremiyor. kocasının yanında görünmek istemiş olsa gerek. yoksa başka zaman istediği kadar başbaşa gezsinler, di mi? o gelince charley başka yoldan devam etmiş, hepten bi kopukluk olmuş. belgesel -ewan'ın kendi tabiriyle!- "e. mcgregor aile şovu"na dönüşmüş. bu hadisenin charley boorman'ın 2008'de çıktığı dünya turuna, ewan'ın dahil olmamasında etkisi olmuş mudur acaba diye merak ediyor insan. gene de luke skywalkergillerin star wars müzesine dönüştürülmüş evini ziyaret ettikleri sırada kimsenin ewan mcgregor'u tanımaması, rwanda cumhurbaşkanıyla görüşmeye giderken takım elbise almaları filan komikti. afrika da sahiden çok güzel bir kıtaymış.

-bundan sonrası "saded" tabir ettiğimiz:

velhasıl long way round çok çok nefis bir gezi günlüğü. national geographic ve bbc yayınlamış. arada bir yeniden yayınlıyorlar anladığım kadarıyla. rast gelirseniz kaçırmayın derim.
long way down ise ilk yolcuğun gölgesinde kalmasa daha güzel gelebilirdi bana sanıyorum ki. aslında o da fena sayılmaz. eh işte. boş vakitte gideri var
iki serinin de geliri hayır kurumuna (illa ki unicef) bağışlanmış.

charley boorman'ın ewan mcgregor'suz çıktığı yolculuk ise "by any means". bu defa sadece motosiklet değil her tür vasıtayı kullanmaya karar vermiş. gene yanında russ malkin (lwr ve lwd'nın prodüktörü) var. istanbul'dan geçip karadeniz sahilinden hopa'ya filan gitmişler. bir ara onu da seyredeyim diyorum. amma uzun anlatmışım ya, şimdi post edince farkına vardım. herhalde blogun gelmiş geçmiş en boylu poslu yazısı oldu. yola koyulan herkese en içten saygılarımı sunarım.

3 yorum:

vedide yalınayak dedi ki...

ben demin buna yorum yazmıştım. bak sen şu işe. sonlandıramamışım demek.

çok leziz bi yazı olmuş, ellerine sağlık. demiştim. bir de, bir şey daha demiştim ama şimdi tamamını hatırlayamıyorum.

hoş tilki.

gazoz kapağı dedi ki...

ufakken ve yeni evliyken dünyayı bisitletle dolaşan taksimde galata kulesinin dibinde yaşayan hülya -soyadını unuttum ya tam salak ben- ile rop yapmıştık. aklıma dökülüverdi. o da öyle çıkmış, birkaç kere yılan sokmuş zehirlenmiş ama bir şekilde yaşamış. bana söylediği bir anı taptaze. bir gün afrikada bir ülkede ıssız bir yerde bir kapı bulup çalar ablamız. kappıyı yaşlı bir ammca açıp, hiç bir şey sormadan buna girmesini işaret etmiş, yemek koymuş ve battaniyye filan vermiş. sabah giderken ablamız gene muhabbbet olmamış aralarında öyle çıkmış gitmiş. amcaya bir gün ben de gitsem demiştim içimdem. çok huzurlu anlatıyordu hatun o anıyı. dünyayı gezenlerde var bir iş

jora silverstone dedi ki...

sen yeni evliyken bayağı bi ufaktın sahiden ayşe :)

çıkıp hiç durmadan gezmek istiyorum ben de. ama ben hergün aşağı yukarı aynı işleri tekrar etmek zorundayım. sahiden büyük bir imtihan oluyor zaman zaman bu. üstelik şikayet etmediğimden de emin değilim. halbuki ister öyle yaşatır, ister böyle. di mi? ama başk yolu varsa onu bulmak isterdim. belki işler değişir bir gün. belki umurumda olan şeyler değişir. belki değişirim.
bu arada,
yazdıklarımı okumanıza çok seviniyorum. bu blogu pek kimsenin bilmesi, sadece ikinizin okuyacağını düşünerek yazmak çok hoşuma gidiyo. başka okuyan varsa onları da gücendirmek istemem. zaten yok herhalde. yorum filan yazan olmadığına göre :)